26 Ocak 2015 Pazartesi

Erkek, erkeğe Amsterdam ...



Bir mucize oldu ve hanımlardan 5 erkek, Amsterdam’a gitme vizesi aldık. Aslında çok da anormal bir şey yok bunda yıl 2015 olmuş millet Mars’a gidiyor ama biz alışık olmadığımız için bünyede biraz şaşkınlık yarattı önce . Sonra Allahtan bu şaşkınlığı üzerimizden hemen attık da Amsterdam’da başımıza ters bir şey gelmedi maazallah, zira Amsterdam hiç sevmez şaşkın turisti…

Grupta 2 kişi 50’li yaşlarının başında, 1 kişi 40’lı yaşlarının başında 2 kişi de 30’lu yaşlarının sonlarında olunca herhangi bir frekans sorunu da yaşanmadı. Her ihtimale karşı hiç olmazsa birimizin Doktor olması da bilinçaltımızda bir huzur ve güven ortamı yarattı doğrusu. Hoş kendisi kadın doğumcuydu gerçi ama çok şükür müdahalesine ihtiyaç duyulacak bir durum da olmadı…

Ben Amsterdam’a 90 lı yıllardaki folklor seyahatlerimde 2 kez günü birlik gitmiş , hızlı bir red light turu atmış, çılgın kıyafetçilerden siyah bir bulldog tişörtü almıştım okadar. (tabi o zaman 16 yaşındayken,  bulldog cafe’nin ne olduğunu bilmiyorduk) Hiç Amsterdam kültürüm ve fikrim yoktu gitmeden önce biraz ders çalıştım, Yılbaşı arifesi, soğuk bir Aralık günü 5 kafadar attık kapağı Amsterdam'a…
 (şaka değil, uyuşturucu serbest sigara yasak! özellikle otellerde kesinlikle sigara içilen oda yok)

O soğukta üstü açık, Japon turist, otobüs turundaki, rehberin söylediği gibi yüz yıllardır, hoş görünün, demokrasinin, renklerin, özgülüğün beşiği olmuş, neredeyse herkese kucak açmış; bizim bildiğimiz “özellikleri” dışında çok zengin ve diğer klasik Avrupa başkentlerine göre çok farklı bir şehir Amsterdam. Meseleyi sadece fuhuş ve uyuşturucu serbestisine indirmek büyük haksızlık, “küçücük bir şehir, yürüyerek 1 günde biter”  demek de büyük yanlışlık olur.

Sokaklarını, meydanlarını, müzelerini, bit pazarını, tasarım mağazalarını, çok zengin kafe, bar ve restoranlarını doyasıya gezmek için en az 3 gün ayırmak mümkünse de bisiklet kiralamak şart. ( Yalnız o kadar çok bisiklet var ki inanılmaz çok sayıda bisiklet kazası oluyormuş, aman dikkat! )

Yağmurun azizliğinden, şehrin çok da altını üstüne getiremesek de keyifle gezdiğimizi, gruptaki yemek seçiciler yüzünden güzel yemek yiyemesek de çok güzel içtiğimizi, erkek erkeğe plansız, acelesiz, alışverişsiz sanki 19 yaşındaymış gibi fütursuz, çok güzel gezdiğimizi ve çok eğlendiğimizi söylemeliyim.  Özellikle bir adres sorduğumuz Türk taksicinin 17. Yüzyıldan kalma, taş bir katedrali gösterip, “şu siktiriboktan şeyin yanında sağa…” demesine hala gülüyoruz…


Bu arada bir hayal kırıklığımı da mutlaka belirtmeliyim, gece hayatı ile ünlü bu şehirde, gitmeden önce öğrendiğim popüler mekanların hiç biri, bizi damsız içeri almadı, tabi biz damsızları içeri alan pek popüler olmayan, Manchester Askerlik Şubesi gibi mekanlardan da biz pek keyif almadık. Ayrıca space cake ve magic mushroom denedik ama her nedense bizi  “siktiriboktan şey”den biraz daha fazla güldürdü ve mışıl mışıl uyuttu o kadar! yanlış bir şey mi yaptık acaba ya da bizim normal kafamız mı zaten güzel anlamadık ? 

Kural : ekibin güzel, kafan rahat olursa sana her yer cennet; canın sıkkın, kafan bozuk olursa her yer cehennem… Sen bakma onlara aslında “sağlam kafa, sağlam vücutta değil, sağlam vücut, sağlam kafada bulunur” kafan sağlam, keyfin yerinde olsun yeter başka bir şey arama. Unutma bir inanışa göre cennet de, cehennem de senin içinde ...  

21 Ocak 2015 Çarşamba

KENTSEL BÖLÜŞÜM, Bizim Sokağın Hikayesi...


Hemen giriş katında Saime Teyze otururdu, masal kahramanı gibi beyaz, kısa, kabarık saçları, tertemiz bir yüzü vardı. Rahmetli eşi Galip Amca da nur yüzlüydü, Ay dede derdik. Oyun yani gürültü patırtı alanımız hemen camlarının dibi olduğu halde, balkonun önündeki ağaçtan, olmamış şeftalilere “dalarken” dalları kırmamız dışında bizlere bir kez kızıp, bağırdığını hatırlamam. Zaten şeftaliler olunca da toplar, bütün apartmana özellikle de benim çok sevdiğimi bildiği için bize torpilli dağıtırdı Bir bahçeye kavuştuğum an ilk yaptığım iş 3 tane şeftali fidesi dikmek oldu ama hiç biri Saime Teyzenin ağacı gibi şeftali vermedi…

Bahçelievler’de geçti çocukluğum, muhtemelen 70’li yıllarda yapılmış apartmanların dışı pek bir biçimsizdi ama hepsinde mutlaka küçük de olsa bir bahçe bulunurdu. Bu küçük bahçeler arabalara değil, meyve ağaçlarına ve çocuklara ayrılırdı.

Saime teyzenin hemen yanında yaşlı çift, Zeynep Teyze ve Ahmet Amca otururdu, çok konuşmazlar ama hep gülümserlerdi, Zeynep teyzenin yeşil bir maşrapası vardı ve biz çok susayınca, maç yarım kalmasın diye eve çıkmaz Zeynep teyzeden su isterdik, o yeşil maşrapayı 6-7 kişi sırayla kafaya dikerdik. Şimdi o suyun bile daha lezzetli olduğunu hatırlıyorum. Tabi bir de somun ekmek,  taş fırınlarda pişerdi, şimdi ki gibi üç kağıt, katkı malzemeleri de olmadığı için, yemeye doyamazdık. Gerçekten lezzetliydi. Annem hala 3. Kata bağıra bağıra nasıl “ Anneeeee Ekmek Atsanaaa” diye seslendiğimi söyler durur… Annem evde yoksa Zeynep Teyze’den isterdik, çekinme sıkılma olmazdı…

Birinci katta Süryani aile Sami Amca eşi Janet ve kardeşi Juliet Teyze otururdu. Annemle, Juliet Teyze çok farklı kültürler olmalarına rağmen çok iyi anlaşırlardı. Juliet teyze hiç evlenmemişti. Janet teyzenin 3 çocuğu bir de annesi vardı yani 90 metre kare evde 4 yetişkin 3 çocuk mutlu, keyifli yaşıyorlardı. Ev yapımı paskalya çörekleri, Mardin’den getirdikleri mavi badem şekerleri, yumurta boyamaları bize çok ilginç gelirdi. Ben, Jüliet teyzenin paskalya çöreklerine bayılır, o mis kokuyu, o nefis lezzeti bugün hala çok net hatırlarım ve yıllardır aynı lezzeti çok aramama rağmen hiçbir yerde bulamam. 80’li yılların o hengamesinde bir çok kıymetli gayrimüslim gibi Sami Amcalar da ani bir kararla Türkiye’yi terk ettiler, Almanya’ya yerleştiler, Juliet Teyze, bize sürekli çikolata gönderirdi ve bugün bile hala Annemle telefonlaşırlar, özellikle de dini bayramları hiç kaçırmadan arar…

Sami amcaların hemen yanında Urfa’lı Vehbi Amcalar otururdu. Eşi Şükran teyzenin yaptığı muhteşem çiğ köfte, yumurtalı köfte ve kaşık kıymasının günü ve saati belli olmaz gece saat 12 de bile kapımız çalınır ortanca oğulları Serhan “babam gönderdi” diye 2-3 “sıkım küfte”  getirebilirdi. Vehbi Amcanın hacca konvoylar, bayraklar, davullarla uğurlanıp, dönüşte bize getirdiği taramalı tüfekleri hiç unutamam. O yoklukta apartmanın bütün çocuklarına birer tane, ışıklı sesli tüfek almıştı. Işık ve ses en iyi apartmanın içinde çıktığı için kafamıza terlik yiyene kadar oynardık apartmanda… O zamanlar bir büyük bize kızdığı ya da vurduğu zaman mahkemelik olunmaz  “ohh elleri yeşil olsun” denirdi, bizim de “psikolojimiz” hiç bozulmazdı… Vehbi Amca’nın acı sevmeyen küçük oğlu Sefa sürekli bize yemeğe gelir, ben de okuldan döndüğümde annemi evde bulamazsam Şükran teyzelere ya da Sabahat teyzelere giderdim, herkesin kapısı, herkesin sofrası birbirine açıktı.

Sabahat Teyze ve Şevki Amca Boşnak’tı bizim kapı komşumuzdu, Sabahat teyze uzun boylu, uzun sarı bukleli saçları olan ve müthiş börek yapan tipik bir göçmendi. Davul fırında ıspanaklı ve pırasalı börek yapar, (aynı lezzet bugünün “modern” fırınlarında olmuyormuş) yanında yoğurtla parmaklarımızı yerdik ki ben acayip iştahsız, sadece süt, elma ve ekmekle beslenen bir çocuktum. Küçük kızları Gülçin’in doğumunu dün gibi hatırlıyorum, bütün apartman toplanıp hastaneye gitmiştik, batı tarzı balonlu bir kutlamayı ilk kez orada görmüştüm herhalde ki o renkli balonlar nedense hala gözümün önündedir…

Aziz Amca ve Sevinç Teyze ilk komşumuzdu, Edirne’liydiler ve tüm aile bireyleri mavi gözlüydü, Ortanca oğulları Eşref benim; tek kızları Melek ablamın arkadaşıydı. Okula, pek de yakın olmayan bir mesafeyi hep birlikte kar, kış, karanlık demeden yürüyerek gider gelirdik. Karanlıkta el fenerleri ile yürüdüğümüzü hatırlıyorum, ne trafik kazası olurdu, ne hırsızlık ne de çocuk kaçırma. Pazartesi günleri Pazar kurulurdu, o günlerde bu yürüyüşler daha keyifli olurdu. Pazar maceralarımız ayrı birer hikayedir zaten. Benim pazarda bir kez su satma denemem olmuştu o da başarısızlıkla sonuçlanmıştı, ılık suyumu, yazın ortasında küçük bir çocuk dışında kimseye satamamıştım… (O zamandan belliymiş esnaf zihniyetli olamayacağım!) Ben çok çelimsiz olduğum için Eşref beni hep döverdi ta ki babam beni Judo kursuna gönderip, antrenmanları izlemeye Eşrefi getirene kadar. Çalışma esnasında Judo hocasını numaradan üstümden attığımı gören Eşref bir daha dokunamamıştı bana.

Atik Amca hemşerimizdi, Elazığlıydı, bizim bu mahalleye gelmemize vesile olan kişiydi. TEK’te çalışır, sürekli kesilen elektrikler Atik Amca’ya tüm mahallelinin takılmasına harika bir bahane olurdu. Ayrıca babam da Atik Amca gibi elektrikçi olduğu için, Dallas’ın yayınlanacağı günler, sürekli çatıda birlerinin antenlerini ayarlardı. Kimin televizyonu göstermez; ya da yeni yeni alışılan çamaşır, bulaşık makineleri bozulsa, herkes Babamdan ya da Atik Amca’dan yardım isterdi. Zavallı babam çok çekmiştir milletin anteninden ama bir tek komşusuna “of” dememiştir.  Kısa boylu tıknaz Atik Amca, aynı Levent Kırca’ya benzerdi, çok şakacı, çok konuşkan biriydi; kızları Nevra’yı sokağa salmayınca Nevra, camdan dışarı “Fatih Beni Kurtar” diye bağırırdı…

Hele bir de kar yağmaya görsün, bütün mahalle, çocuk, genç, yaşlı, herkes sokağa atardı kendisini, o Meşhur 87 karında İstanbul İstanbul olalı böyle kar topu savaşı görmemiştir!

Babam işten geldiğinde ( ki en geç  7 de evde olurdu ) sokakta çocuklarla oyun, Saime Teyze’de kahve, Vehbi Amca’da çay, Sabahat Teyze’de börek derken eve ulaşması 1 saat sürerdi…

Sürekli maç yaparken birilerinin camını kırdığımız için bizi çok seven Camcımız, önce pastane sonra bakkalımız olan Şevki Abimiz, El arabasıyla leblebi tozu ve şekerleme satan, bedensel ve zihinsel engelli seyyar satıcımız Aşir Abi, sürekli leblebi kavurup, kokusuyla bizi cezbeden, elvan gazozu ve keçiboynuzu aldığımız kuruyemişçimiz, Saime Teyze’nin kızı Belgin Abla ile evli, olduğu için bizden kaparo almadan video kaset kiralayan Mustafa Abi, neredeyse her apartmandan bir takımın çıktığı mahalle maçlarımız, bize hem futbolun hem de hayatın inceliklerini öğreten Hasan, Bahadır, Sedat, Tolga, Teoman abilerimiz vardı…  

Geçen gün Vehbi Amca’nın büyük oğlu Sedat Abi bir fotoğraf gönderdi, içim cız etti, bizim bu apartmanımız da Kentsel Dönüşüm kapsamına alınmış, yıkımına başlanmış. Yerine güvenlikli, otoparklı “modern” bir apartman yapılacakmış.

Ben kendimden biliyorum, yeni modern sitelerde güvenlik oluyor ama komşuluk olmuyor, sosyal tesis oluyor ama muhabbet olmuyor, kapalı spor salonları oluyor ama mahalle takımları olmuyor, binaların dışı biçimli oluyor ama içi boş oluyor… Bilirim değişime, dönüşüme karşı konulmaz ama keşke herkes de bilse ki sadece “modern” inşaatlar yapmakla da mutlu olunmaz. Dönüşürken, bölünürsek, Kocaman salonlarımız, zengin sofralarımız olur, misafirimiz olmaz; 5 emniyetli çelik kapılarımız olur, kapımızı çalan olmaz; akıllı telefonlarımız olur, halimizi soran olmaz, çocuklarımızın tabletleri, bilgisayarları, envai çeşit oyuncakları olur, arkadaşı olmaz; psikologlarımız olur, dert ortaklarımız olmaz; en fiyakalı fırından, en pahalı paskalya çöreklerini alırız ama tadı tuzu olmaz ….     

11 Eylül 2014 Perşembe

Memleket gibisi yok, Elazığ

Hiç yaşamadım Elazığ’ı, toru topu 2 kez gittim ama hem anne hem baba tarafından iyi Elazığ'lıyımdır, hatta Harput’luyumdur bilmem kaç kuşak. Müziği, çayda çırası, orciği, bastığı, kofiği, iri köftesiyle büyümüşümdür, iyi bilirim kültürünü...

Birinci derece hiç akrabamız kalmamış, köyümüz, evimiz, tarlamız zaten yok… Babamın kuzenleri var yalnızca onlarla da pek samimiyetimiz yoktu; ta ki bu kuzenlerin en büyüğü Erdem Abi bir 23 Nisan günü İstanbul’a gelip ailenin erkekleri Serkan, Kemal Abi, Amcam ve beni bir yemekte buluşturana kadar. Saatlerce aralıksız konuştuk söyledik, güldük ve anladık ki gözden ırak olan her zaman gönülden de ırak olmuyormuş… O kadar çok ortak mevzu, o kadar çok hasret varmış ki muhabbete doyamadık 3 mekan değiştirip sonunda kendimizi, gece vakti, Turgut Şedele’nin ( Kemal Abi’nin Babası )  mezarı başında ağlarken bulduk, aslında o gün ve Turgut Şedele de başlı başına bir hikayedir, sonra bir ara anlatırım belki ….

Erdem Abi’nin daveti üzerine, bizim tanımadığımız bir komşusunun kına gecesi bahanesiyle, sıcak bir Ağustos günü Babamla birlikte "memlekete gittik". Amcam bizden bir gün önce gidecek ve bir araba kiralayacaktı ki orada kimseye yük olmayalım, istediğimiz gibi gezelim… Dakika bir, gol bir, şamata başlamıştı. Amcam bir külüstürle geldi… Bineceğiz, kapı açılmıyor, valizimizi koyacağız bagaj açılmıyor, cam kapanmıyor, klima çalışmıyor, yarısına kadar su dolu plastik bardak kül tabağı, ama keyfimiz yerinde…

Dedim “bu nasıl kiralık araç böyle?” Yok dedi “kiralık değil, yoğun sezon hiç bir yerde kiralık araç yok, bu bizim kaldığımız otelin müdürünün arabası, ödünç aldım, beni çok sever…"  Amcamı herkes çok sever zaten… Dünyanın en hoş sohbet, en güler yüzlü, en tarz insanıdır… 2 gece kalacağız, 3 çift bembeyaz ayakkabı getirmiş, beyaz pantolon, beyaz kemer, beyaz tespih, beyaz yüzük, beyaz kasket, kına gecesine özel pembe gömlek! Her zamanki gibi saçlar uzun, bıyıklar pala…“Ben keyif adamıyım, gönül adamıyım” der, “işle güçle, parayla pulla pek işim olmaz, zaten pek param da olmaz, hayatım boyunca çalışmadım, gezdim, çok insan tanıdım ve fotoğraf çektim, çok güzel bir hayat yaşadım, çok şükür” der ve ben de ister istemez karşılaştırırım bir tarafta karınca babam, bir tarafta ağustos böceği amcam, hangisi doğru, hangisi mutlu ?!? 

Konumuzla alakası yok ama hazır yeri gelmişken Amcam’ın 2 de veciz sözünü paylaşayım, ben çok severim :  1 : “Oynamayacağım Düğüne, Ağlamayacağım Cenazeye gitmem” 2: “Tuvalette bile yalnızca yaptığım işe konsantre olurum”


Elazığ’a iner inmez doğru mezarlığa, hiç görmediğim, hikayelerini çok dinlediğim dedem Muzaffer Şedele’ye ve diğer rahmetli aile fertlerine birer Fatiha ile başladı seyahatimiz. Amcamın adaşı büyük dede Fehmi Şedele’nin Osmanlı usulü mezar taşından anlaşılıyor büyük bir şahsiyet olduğu…

Sonra da babamların çocukluğunun geçtiği eski Ermenice adı Yığıki; yeni Türkçe adı Aksaray olan   (ne kadar yaratıcı bir ad !) eski köy, yeni ilçeye geldik, sokak sokak, karış karış hatırlıyor ve anlatıyor Babam da Amcam da… Kendi mahallelerini buldular, bütün tek katlı bahçeli evler yıkılmış yerine iğrenç apartmanlar yapılmış bir tanesi hariç… İşte burası dedi Babam “Hakkı Abi’lerin evi, bizim evde kurallar sert olduğu için buraya kaçar burada “havuz”a girer, bahçede oynardık…” 


Korkarak çaldık demir kapıyı… Ağzını da yazmasıyla kapatan tipik bir Elazığ’lı teyze açtı kapıyı, hemen tanıdı bizimkileri, bizimkiler de onu. "İfakat Hanım", yıllarca Hakkı amcanın yanında çalışmışlar ailece, babamla yaşıt… 10 dakika’da yüz sefer “Allah Razı olsun” Hakkı Abi’den dedi “evi bize sattı ama para istemedi, zaten bizim de paramız yoktu, oldukça veriyoruz” Ve 10 dakika da yüz tane şey ikram etti o yoklukta…   Çok şükür Hakkı Amca da hayattaymış, Elazığ Merkezde bir apartman dairesine taşınmış, telefon ettik, ertesi gün onu da ziyaret ettik, 92 yaşında maşallah, hafıza müthiş, Türkçesi çok güzel, hafif bir Elazığ aksanı ile ne anılar, ne hikayeler anlattı. Babamın derlediği Şedelezadeler adlı kitapta da yazdığı gibi ilk kökenimiz, Medine’den Elazığ’daki gayri müslümlere İslamiyeti yaymak için gelen bir Şeyh’e dayanıyor… Amcam çok zorladı ama ondan sonra başka şeyh’in çıkmadığını söyledi Hakkı Amca ( Amcamın bu kadar keyif düşkünlüğü yanında biraz da tasavvuf eğilimi var ama şeyhlik denk getiremedi kendine…. ) 


Öğle yemeğine doğru Harput’a, Tarihi Cimşit Hamamı, güzel bir restoran olmuş, Şef Yusuf Usta da Amcamı tanıyor, “Abe” dedi “Hoş geldiz,  ne yersiz” dedik usta sensin, hava sıcak hafif bir şeyler ver, tamam dedi “başım gözüm üstüne” önden patlıcan söğürtme ( ezme ) ve süzme yogurt geldi üstüne yağ yakılmış, sac ekmeğiyle parmaklarımızı yedik zaten… Sonra da değişik bir sos içinde iri küp etler geldi, muhteşem, garsona dedik “bu ne” dedi “Abe bu filotadır.” Şımarık İstanbullu ben “Fileto olmasın” dedim yok dedi menüyü gösterdi, hakkaten menüde de "filota" yazıyor…

(Antikacı Şamil Bey'in Evinin kapı tokmakları; kadınlar üsttekini, erkekler alttakini çalıyor ki evdekiler anlasın gelen mahrem mi namahrem mi ...)

Sonra hemen Harput’un girişindeki antikacı Şamil’e uğradık o da amcamı tanıyor, değişik bir adam, iş değil tutku olmuş, hayatı olmuş antika, en kıymetli parçalar dükkanda değil üstteki evinde, oraya da çıkardı bize gösterdi, herkese göstermiyor… Babamın çocukluğunda çalıştığı marangozhanede yaptığı Ceviz sandıklardan aradık ama bulamadık… Sonra o marangozhaneyi bulduk, Elazığ kapalı çarşıda, şu an bir tenekeci, soba, fırın, şofben falan yapıyor küçücük dükkanda tek başına bir usta, hemen buyur otur bir çay iç… hayatımda içmediğim kadar çok çay kahve içtim bu 3 günde…


Keban turu ve çırçır şelalesinde alabalık ziyafeti farizelerini de yerine getirdikten sonra geldi büyük an, kına gecesi…  Erdem Abi'lerin Hazar Gölü kenarındaki yazlıktan komşusu, ortak arka bahçeleri kocaman, önde muhteşem bir göl manzarası… Düğün gibi, en az 200 kişi var katılan, bizim tanıdığımız 10 kişi yok… Meşhur klarnetçi (gırnatacı)  Mehmet Şerif ve ekibi sahne alacak, adam yaşayan efsane, klarneti çalmıyor artık, zaten onunla bütünleşmiş, birlikte nefes alıyor, 5 saat aralıksız çaldılar 6 enstrüman 3 “solist” Elazığ kültürünü, müziğini bilirim demiştim ya, hikayeymiş türkülerin şarkıların çoğunu ilk kez duydum, mest oldum…


Bir de 45 yaşında işi gücü bırakıp ailecek, Sivrice’nin yüzyıllık üzüm cenneti Eskibağlar’da aynı adla, sanki Toskana’daymış gibi şarap üretimine başlayan bir Abi ile tanıştık, mahsullerin tadına baktık ki Elazığ ağzıyla “ vağ anam vağ” harika... Ertesi gün gidip yerini de gördük inanamadık, çölde serap gibi, Anadolu’nun boz kırında taş bir şarap imalathanesi….



Dedem Muzaffer Şedele’nın üçüncü eşi (ilk ikisi gencecik yasında ölmüş) Gülten teyzeyi de ziyaret edip, dedemin bir kaç hikayesini de dinledik (emniyet müdürünün yanında karısına asılması hikayesi dahil) Neredeyse bütün evlerin balkonunda olduğu gibi Gülten Teyzenin de balkonunda inci gibi dizilmiş biberler ve patlıcanlar kofik olmayı bekliyordu...Sivrice'de tarladan domates salatalık yanında fırından sıcak ekmek ile ziyafet çekip. Annemin siparişi meşhur peynirli ekmekler elimizde, donduk kürkçü dükkanımıza ama bir kez daha gördük ki insanın memleketi gibisi yok...


Kural : Köklerinden kopma, aslını unutma; dünyayı gez gör ama memleketini de bil, tanı, her fırsatta git….

7 Ağustos 2014 Perşembe

Sincaplar Kenti New York


Bundan yaklaşık 20 yıl önce de bir çocukken gelmiş klasik bir turist turu yapmış, etkilenmiş ama biraz da korkmuştum. Çok kalabalık, düzensiz, kirli ve tehlikeli gelmişti çocuk gözüme. Hafızamda hep gri, koyu, karanlık bir etki bırakmıştı, New York Şehri, nam-ı diğer Manhattan… Sokaklarda yatan çok sayıda evsiz, elinde karton kahve bardağı ile dilenen çok sayıda dilenci görmüştüm. En son günübirlik Japon Turist Turumu saymazsak yıllar sonra ilk kez adam akıllı gezecektim New York’u… 
  

Biraz ders çalıştık, bir kaç öneri topladık ki aslında, eğer oranın yerlisi değilse hiç itibar etmem o önerilere; zaten 3-5 yer biliyorlardır kulaktan dolma, sana satarlar onu. Aslında o da “ben senden daha once gitmiştim, iyi bilirim” cakasıdır zaten… Bu kez kaynaklarımız sağlamdı, ( 2 kuşak Brooklyn'li Yahudi müşterimiz deli Brian )  ben de bir iki öneri yazacağım şimdi, satacağım cakamı... Lakin gerçek bir dipsiz kuyu New York … Toru topu 59 km2 ( İstanbul 5300 km2) yüz ölçümlü bir adacık ama sayısız restoran, bar, otel, cafe, müze, park vesaire var; biraz ders çalışıp gitmekte fayda var…


















Biz çok güzel bir organizasyonla 2 gün yaya, 2 gün bisikletli, 2 gün de arabayla gezdik, ama yine de büyük bir kısmını göremedik ve fakat gördüğümüz kadarıyla anladık New York boşuna New York olmamış… Benim hafızamda kalan tüm olumsuzluklar gitmiş, resmen temiz, düzenli yemyeşil bir kent olmuş Manhattan. Hala çok kalabalık, ama rahatsız edici değil, kimse kimsenin umrunda değil… Taksicilerin korna merakını saymazsak, su gibi akıp giden bir ritim var şehirde... Kesinlikle temiz ve yeşil. 40 metrekareden 3 buçuk milyon metrekareye kadar yaklaşık 1400 adet park var küçücük adada ve bu parklarda sincap beslemek çok sıradan gündelik bir olay…


Dikdörtgen gibi şehir 3’e bölünmüş : Harlem ve Central Park’ın olduğu Uptown; Times Square, Murray Hill, Chealsea gibi semtlerin olduğu Midtown ve Soho, Tribeca, Little Italy, China Town ve Wall Street’in olduğu Down Town. Hepsinin de farklı bir havası farklı bir keyfi var. Biz Midtown’da kalıp, 2 gün “citibike” kiraladık ki birinci önerim budur. 


Bisiklet kiralayın, Broadway ya da Beşinci Caddeyi boydan boya geçin. Brooklyn köprüsünden karşıya geçin, hemen köprünün ayağının altındaki parkta dinlenin, adanın karşıdan fotograflarını çekin, ( akşam üstü gidip ters ışığa yakalanmayın ama )



“Gran Elektronica”da acılı Margarita için yanında da Meksika atıştırmaları yiyin. Ağzınız yanınca da biraz ilerideki “Brooklyn Ice Cream Factory”de dondurma yiyin. Sonra da Manhattan Köprü’sünden geri dönün, ve şaşırın o kadar çok tanıdık gelecek ki;  nedense her filmde o köprüden geçen bir araba, motor ya da tren sahnesi vardır…



Bisikletle Central Park turu atmayı da sakın unutmayın. Böyle bir şehirde bu kadar kıymetli arsada nasıl böyle bir park olabilir sorusunun tek cevabı var : Medeniyet ! Ve unutun "Amerikalılar obez, çok yiyor, çok sağlıksız yaşıyor" hikayelerini. Ne kadar çok ve ne kadar ağır spor yaptıklarına inanamayacaksınız. Tüm parklar, ve spor salonları koşanlarla, egzersiz yapanlarla dolu. Central Park’a biz bir Pazar günü gittik istiklal caddesi gibi tıklım tıklım, koşanlar ayrı, bisiklet ayrı, yürüyenler ayrı şeritte herkes aynı yönde gidiyor, bir Allah'ın kulu diğerine müdahale etmiyor, bakmıyor bile…
Ve fakat, herkes nezaketten kırılıyor, selamlaşmayı aşmışlar artık hal hatır soruyorlar ki aslında selamlaşmak bizde adettir, gelenektir, hatta farzdır ama insanlık ayrı bir şey tabi....



Evet, Amerika yeme içme cumhuriyeti, New York da bu Cumhuriyetin başkenti, Dünyanın en iyi şefleri en iyi restoranları şüphesiz burda, kötü bir yer bulmak neredeyse imkansız. Meksika ve Japon yemekleri çok moda bir de Oyster Barlarda soğuk istiridye ….  Işte Bir kaç daha öneri :
Lure Fish Bar, Morimoto, Frying Pan Bar&Grill, Ace Hotel ve lobisindeki The John Dory Oyster Bar, Ayaküstü yemek için de Chelsea Market ve Bread & Butter.
Otellere genellikle Kahvaltı dahil değil, bu da hergün başka bir yerde kahvaltı yapmak için bir fırsat hem de otellerden daha ucuza çıkıyor, ( Soho’daki Balthazar hariç )

(Eski Bir Bisküvi Fabrikasından aslına sadık kalarak dönüştürülmüş modern bir yeme içme merkezi: Chelsea Market)

Alışveriş de bir New York klasiğidir tabi biz de tipik Türkler olarak Woodbury’e gittik tabi ama gitmesek de olurmuş, herşeyi aşağı yukarı aynı fiyata new York da bulmak da mümkün. Özellikle spor malzemelesi olarak Soho’daki Rei’de ve Broadway’deki Paragon’da ne ararsanız var …
Sonuç itibariyle New York, gezmek için de, çalışmak için de, yaşamak için de, okumak için de muhteşem bir yer... Söyleyecek, yazacak çok şey var, zaten hakkında en çok yazılan, çizilen şehirdir New York ve ölmeden görmek uzun uzadıya, sindire sindire gezmek, görmek anlamaya çalışmak gerekir…

( The John Dory Oyster Bar'ın Bir Köşesi )

Kural : Eğer Amerika'da okuma ya da çalışma fırsatı bulursan, kaçırma. Fırsatı bulamazsan yaratmaya çalış ne yap et git Amerika'ya en az 1 yıl geçir, medeniyeti yerinde yaşa ama ülkene geri dön.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Hayatın Anlamı, Almanya

İddialı bir başlık oldu ama bugünlerde daha sık duyduğum “Gençliğinin kıymetini bil” diyen tüm “yaşlı”lara “ne demek bu ? sen tekrar genç olsan ne yapardın ? ” diye sordum, herkes başka bir şey söyledi. Gördüm ki herkes hayatın anlamını (çoğu yanlış olan) başka şeylere yüklemiş. Kimi daha çok çalışırdım dedi kimi daha az; kimi daha çok harcardım dedi; kimi daha çok biriktirirdim; kimi daha iyi bir kul olurdum dedi; kimi daha günahkar… Oysa bence çok basittir, hayat, tek kelimeyle özetlenir : “Keyif”

 
Her neden keyif alıyorsan o dur en güzeli ve ne kadar küçük şeylerden keyif alıyorsan o kadar zenginsindir. Ne kadar kolay kaçıyorsa keyfin o kadar mutsuzsundur, ne kadar çok keyif veriyorsan çevrene o kadar mutlu… “hayatını yaşamak”, “gençliğin kıymetini bilmek” yaşamdan keyif almayı bilmektir yani. Peki ama nasıl ve Bunun 22 saatlik Almanya seyehati ile ne ilgisi var derseniz buyrun :

                                        (bu fotoğraf www.meschede.de den alınmıştır)
Düsseldorf havaalanına sıradan bir Nisan günü saat 13:00 sularında indim ve ertesi gün müşterim Max, aynı havaalanına beni geri bıraktığında saat 12:00 sularıydı. Hayatımın en kısa ama en verimli seyehatlarinden biriydi. Düsseldorf’a 2 saat uzaklıktaki Halbeswig bölgesine, Max’lerin taş ocaklarına gittik, ( burada iyi bildiğim ama ilk kez bu kadar yakından izlediğim patlatmayı, konuyla alakası olmadığı halde, ilginç olduğunu düşünerek paylaşmak istedim )  Taş ocağı dünyanın en büyük Noel ağacı yetiştirme bölgesinin ortasında, her taraf yem yeşil çam ağaçlar. Tüm çevre izinleri tam, çevreci madencilik yapılabileceğine çok  güzel bir örnek...

Neyse, mesai bitince hemen yakında Hennesee adlı küçük bir gölün kenarındaki otele gittik, bu kadar taşra bir yerde, bu kadar güzel bir otel olduğunu görünce yaşadığım şaşkınlık, otelin lüks restoranındaki müthiş yemekleri, servisi görünce iyice arttı. Ama asıl şaşkınlığı ertesi sabah yürüyüşümde yaşadım. Küçücük gölde kocaman bir gezinti teknesi, biraz ileride bir yelken kulübü, içinde harika bir restoran, ileride bir plaj voleybolu sahası, kürek kulübü, çocuk parkları, biraz daha ileride belli sonradan getirilmiş kumdan harika bir plaj, gölün etrafında bisiklet yolları, ağaçların arasında yürüyüş ve koşu parkuru, gölün üstünde uçuşan yaban kazları   
(çocukluğumun en güzel çizgi filmlerinden biri “uçan kaz” aklıma geldi) İşte dedim "yaşam kalitesi, kültür, görgü, keyif budur". Küçücük bir gölden böyle bir hazine çıkarılır.



Bu kadar basittir aslında keyifli yaşam, bu kadar yakın, yalın… Biz hep keyif uzakta sanırız, çok yüksektir mutluluk çıtamız, bir türlü ulaşamayız, ulaşsak da, ya bir üst çıtaya takılır aklımız ya da başkasına göstereceğiz ne kadar mutluyuz diye, o anı kaçırırız. Bizim lügatımızda bir şey hem basit, hem de kaliteli; hem yalın, hem de keyifli olamaz. Gözümüz hep başka evlerde, başka arabalarda, başka şeylerdedir.  Elimizdekinin keyfini çıkaramayız, kıymetini bilemeyiz;  sonra da başkasına “sen elindekinin kıymetini bil” deriz… Elin adamı küçücük bir gölde bulur hayatın tadını, biz okyanus geçeriz, derede boğuluruz, ne okyanusun tadını çıkarırız ne derenin…

 
Max’in aile şirketi 1913 yılında kurulmuş, 101 yıldır aynı binadalar, biraz büyütmüşler, çok güzel, şık, sade, kaliteli restore edip, çok keyifli bir hale getirmişler. 101 yıl önce büyük dedesi nasıl sapa sağlam yapmışsa, şimdiki eklemeler de öyle olmuş. Oysa biz “idare eder” deriz günü kurtarırız, Sonrası Allah kerim, benden sonra tufan … 10-15 yıllık bina artık eskimiştir, yenilenmesi gerekir, hazır elimiz değmişken balkonu camla kapatırız, şu duvarı yıkar odayı birleştiririz, garajı yıkar, hatta mümkünse kaçak kat çıkarız, mutluluk evin içinde değil dışında aranır. 3 yaşına gelen araç artık eskidir, yeni araçlara bakılır, bir yazlık olsa fena olmaz ama hep aynı yere de gidilmez ki bir de tatil köyüne gidilir… 
Ama ne hikmetse hep gidilmeyen yer, daha güzel; yapılmayan aktivite daha keyiflidir, biz bir türlü mutlu olamayız…   dedim ya hep yanlış yerde ararız mutluluğu oysa keyif, camla kapatılmamış bir balkonda küfür küfür bir yaz esintisindedir çoğu zaman, ya da başımızın üstünden uçup gecen bir yaban kazının kanatlarında… tabi görmesini ve bundan keyif almasını bilene …

29 Nisan 2014 Salı

Vespa'yla Roma Keyfi



2010 senesi yılbaşıydı, Roma’ya ilk gelişimiz. Vatikan’a yakın şehre uzak bir otelde kalmış, yürümekten helak olmuştuk, otelden çıkış yaparken, “Rent  A Vespa” ilanı görüp hay allah neden daha once aklımıza gelmedi diye içimizde kalmıştı. Hatta sonra ben o gazla Cape Town’da soldan trafikte Vespa kiralayıp ciddi bir macera yaşamıştım…


Sevgililer gününde 1 Euro’ya Londra bileti alma hevesimiz, biraz da benim İngiltere Vizesi alerjim dolayısıyla kursağımızda kalınca, 4 yıllık hayalimizi gerçekleştirelim Vespa ile Roma Keyfi yapalım dedik.


Gerçekten de Roma’yı çok sevmiş, her köşe başından, her taşın altından fışkıran tarihe ve o kadar hengamenin içindeki huzuruna, dinginliğine hayran kalmıştık. Çok şey görmüş, geçirmiş, yaşamış, yaşanmış havasını her an her yerde hissetmiştik. Yılbaşı dolayısıyla çok kalabalık olduğu için keyfini çıkaramadığımızı sanıyorduk ki Mart ayının sıradan bir hafta içi döneminde bile ne kadar kalabalık olduğunu görünce anladık Turizmin nasıl bir endüstri olduğunu…


O sefer, eşimin İstanbul’da hiç görmediğim kuzeni ile karşılaşmıştık, bu sefer de bir komşumuzun İskenderun da yaşayan Annesi ile karşılaştık, Dünya küçük, Roma ise çok kalabalıktı …

Siyah karizmatik Vespa’mıza atladık biraz harita, biraz tarif, biraz tahmin bütün Romayı 3-5 tur daha gezdik, başta Colosseo – Piazza Venezia arasındaki tarihi yol olmak üzere, Roma sokaklarında bir Vespa ile gezmek tahmin ettiğimizden çok daha keyifliydi.


Geçen gelişimizde yılbaşı kalabalığından giremediğimiz San Pietro Basilikasına ( Vatikan ) bu kez, yarım saatlik kuyrukta 2 sefer bekleyerek girebildik ( ilkinde yanlışlıkla 3 adım sağa yürüyerek güvenlik sınırı dışındaki tuvalete gitmişiz, geri dönmemize izin vermeyip tekrar aynı kuyruğa soktu bizi güvenlik) Ama 3 denemeye değdi, hem daracık tünellerden tepesine çıkıp Romayı ve Basilikayı yukarından izlemek hem de içine girip ihtişamı, mimariyi, insanoğlunun ne eserler üretebileceğini görmek gerçekten çok etkileyiciydi.


Ben normalde pek bina, eser meraklısı değil, insan ve yaşam meraklısıyımdır, seyahatlerimde Turistlerden çok yerel halkın neler yaptığı ilgimi çeker ama Roma başka… Roma’da başta San Pietro, olmak üzere Vatikan Müzesi, Pantheon, aşk çeşmesi gibi meşhur yerler, ya da herhangi bir ara sokakta rast gele girdiğin Saint Bilmemne kilisesi bile insanın aklını alıyor …


İlk seferde giremediğimiz San Pietro ve Pantheon’a girdik ama meşhur, Alfredo Fettucine’ye yine gidemedik ! Hangisinin original olduğunu anlayamadığımız 2 taneden Del Corso caddesine yakın olan yine kapalıydı. Novano Meydanına yakın olan ise sadece akşamları açılıyordu, 2 kez rezervasyon yaptırdığımız halde bir türlü programımıza denk getiremedik ama sonra öğrendik ki Türklerden başka burayı fazla sallayan yokmuş zaten, ne zaman gitsen yer var ama onun yerine mesela “Ad Hoc” Mart ayı komple doluydu, haftalar öncesinden rezervasyon yapman lazım. Tabi bu arada Roma’da zaten iyi yemek bulmak için zorlanmayacağın kesin ….


Bir de boş günümüzde Castel Romano Outlet Center’a gitme farizasını da yerine getirdik tabi ve açıkçası keyif de aldık hani, hem fiyatlar hem markalar fena değildi.

Sözün özü, Orhan Veli’den ilhamla; Vespa’yi Severim, Roma’yı da Severim, Vespa’yla Romayı daha çok severim, herkese şu yalan dünyada bir kez olsun tavsiye ederim …. 

24 Mart 2014 Pazartesi

Yolun Düşerse, Lille

Bonheiden’da duygu dolu saatler geçirdikten sonra asıl işimize dönmek üzere Fasta yaşayan, Amerikan Şirketinde çalışan Fransız arkadaşım ( Dünya ne kadar küçük !) Sebastien ile Brüksel’e 12 km. mesafedeki Waterloo’da buluştuk. Beni, sabah erkenden buraya getiren “Babam” Johan söyleyince hatırladım burası Napolyon’un 1815’te İngilizler ve Prusyalılar karşısında büyük yenilgiye uğradığı, hayatının son cephesiydi. Burada neredeyse tüm askerlerini kaybedince madara olup, tarihin tozlu sayfalarına gömülmüştü. Tepenin üzerine yapılan Aslan bu zaferi simgeliyordu…


Belçika’nın Fransız bölgesinde bulunan “Stambruges” şehrindeki görüşmemizden sonra, geceyi geçirmek için Sebastien’in kuzenin yaşadığı Fransa'nın Belçika sınırındaki Lille’e geçtik. Burada hem lisan, hem kültür, hem mimari, her şey o kadar iç içe ki, neresi Belçika, neresi Fransa anlamak mümkün değil.


Ve çok ilginç, Dünyanın belki de en huzurlu memleketi olan Belçika’da bile “bir kısım medya, ve kimi iç ve dış mihraklar” Fransız bölgesi ile Flaman bölgenin ayrılmasını istiyormuş.


Hatta benimle aynı gün Çin’den gelen Panda, Fransız tarafındaki hayvanat bahçesine mi; yoksa Flaman tarafındakine mi konulacak diye ufak bir kriz çıkmış… Bugünlerde bizim tüm kimyamızı bozan, rüşvet, yolsuzluk, ihaleye fesat, ayakkabı kutusu, Gezi parkı, paralel devlet, İran bağlantılarını falan düşününce,  adamların taktığı şeye bak!


Bir başka “ büyük sorun” ise komşular arası klasik hangi yemek kimin sorunsalı ? Patates kızartmasına her ne kadar “French Fries” dense de Belçikalılar “o bizimdir” diyor. Belçika usulü midyeye ise Fransızlar sahip çıkıyor… Ben her ikisini de her iki tarafta da denedim, bence kesinlikle ikisi de Belçika’da daha iyi. Ayrıca ilginç ama dünyanın en iyi çikolataları da bence Belçika malı dolgulu olanlar…


Yolu düşenler dışında kolay kolay hiç kimsenin gezmeye gelmeyeceği, sıradan bir şehir Lille. Tipik bir Fransız tabii… 1993 yılında, isteseler modernin kralını yapabilecekken, kentin dokusuna ve eski tarz klasik Fransız mimarisine uygun bir merkez istasyon yapmışlar, hızlı trenle Fransa’yı Belçika ve Hollanda’ya, hatta Manş Denizi’nin altından Londra’ya bağlayan… 


İstasyona çıkan trafiğe kapalı ana cadde üzerinde hala vitrinde şapka beğenen yaşlı bir teyze görmek mümkün! Ve sıradan bir hafta içi benim de çok sevdiğim Müzik-Kitap Market FNAC, tıklım tıklım. Çoğunlukla da de gençler ve çocuklar, özellikle dikkat ettim çoğunlukla, DVD, Oyun gibi teknolojik şeyler mi alıyorlar diye, hayır çoğunluk kitap alıyor. Biz her ne kadar Avrupa bitti, yaşlandı, krizde, devran döndü, artık devir bizim devrimiz desek de, böyle şeyler söylemekle olmuyor. Okumakla, öğrenmekle, üretmekle, ilimle, bilimle, irfanla oluyor…



Kural : Oku