27 Ekim 2010 Çarşamba

Acıların Çocuğu, Varşova...

"Düşmanın dilini bileceksin" dedi Darek ( adı aslında Dariusz ama "ek" le kısaltma çok meşhur burada.. mesela arkadaşının adı da Yarek aslında Jaroslaw ... )
"O yüzden Rusça ve Almanca'yı biliriz çoğumuz...


Bir Almanya saldırmış batıdan, bir Rusya doğudan.. genelde hep savaş halinde, işgal altında geçmiş tarihleri "aslında çok dostane, sıcak, misafirperver insanlarızdır biz" dedi, ki bence de öyle..

Ve nasıl oluyorsa, bu hüznü hissediyorsun hemen atmosferde, ya izlediğimiz o kadar 1.Dünya savaşı - Hitler - filmi ve belgeseli yüzünden ya da gerçekten bazı şeyler asla yok olmuyor kainatta ...

Hele geçenlerde Rusya'da uçakları düştü de çok sevdikleri Cumhurbaşkanları ile birlikte 96 üst düzey yöneticileri ölünce, "nedir" dedim "bu Polonya'lıların Ruslardan çektiği, ne bahtsız bir millet bunlar?"


Sokakları ise Varşova'nın Kuzey Avrupa'lı diğer benzerlerine göre biraz daha güzel geldi benim gözüme, bilmem nedendir ... Savaşı çok olan milletin kahramanı da çok oluyor tabi, her yerde bi heykel, bol kilise, güzel meydanlar, kuleler, muhteşem parklar hemen şehrin göbeğinde...


Komünizm'in izleri devam ediyor tabi, her komünist başkentinde mutlaka olan bu Rus binası burada "Palac Kultury" Kültür Sarayı yani .... Sahi bizim AKM n'oldu ? Yıkılmaktan beter olacak galiba ...


Hakikaten de kültürlü bir millet, özellikle de Darek'in sekreteri Nazım Hikmet'i tanıyor olunca biraz daha kanım kaynadı Polonya'ya ... Ben de "biz Türkler de Chopin'e bayılırız zaten" diye gereken cevabı verdim kendisine ...

Kural : Savaş, kavga, tartışmayla asla bir yere varamazsın, Konfüçyüs'un sözünü unutma : Kavganın tek galiba, kavgaya katılmayandır ...

12 Ekim 2010 Salı

Hikayenin Başladığı Yer

İstifasını basıp çıktıktan neredeyse 20 yıl sonra, çocukluğundan beri söylediği gibi İstanbul'a gidip "fabrikatör" olarak, son model spor arabası, yanında oğlu ( ben ) "geçerken bir uğrayalım şu bizim meşhur Baştaş Çimento'ya" demişti.

Meşhurdu, çünkü ne annemin, ne de babamın Elmadağ Baştaş hatıraları bitmek bilmiyor, çoğunu artık biz ezbere biliyor, hatta biraz da bizi korkutuyor, ya da sükrettiriyordu halimize : "ya babamız istifa edip İstanbul'a gelmeseydi ve biz hayatımızı Elmadağ'da çimento fabrikasının lojmanında yaşayan dar gelirli bir aile olarak sürdürüyor alsaydık ?"

25 yaşında babam, elektrik ustabaşısı fabrikanın, neredeyse her gece, bazı geceler 2-3 kez acil arızaya çağrılır, kartını basmaya fabrikanın kapısına kadar gidip vakit kaybetmez, lojmanın tel örgülerinden atlayarak girermiş fabrikaya...

Hafta sonları trenle Ankara'ya tek akrabamız, Halamıza gidilir, gençlik parkında gezilir ve biriktiriyor oldukları para ile Anadol mu yoksa Murat 134 mü alalım diye saatlerce vitrinler ve yoldaki arabalar seyredilirmiş...

"şu gördüğün kuleye merdivenlerden koşarak çıkardım, acil bir arıza var diye...
herkes asansörü beklerken..." diye başladı anlatmaya benim zaten ezbere bildiğim bu hikayeyi

"Bak, burası da biz elektrikçilerin odasıydı, şurada, üstü sunta, çekmeceleri ve ayakları metal masalar vardır ya, öyle bir masam vardı ve çok geceler yorgunluktan eve gidememiş o masanın üstünden uyumuşumdur" dedi ve "Aaa bak hala resmim duvarda duruyor"


Buna ben de şaşırdım hakikaten bu kadar zaman o fotograf, çoğunlukla da babamın ( ayakta ortada süveterli olan ) hatırına o duvardan inmemiş...

Ve O resimde olan ve hala kuleye çıkmak için asansör bekleyenler vardı fabrikada çalışan...
Ve kimin aklına gelirdi istifasını bastıktan 35 sene sonra, bizzat kendi dişleriyle tırnaklarıyla kurduğu 3. fabrikasına gitmek için Elmadağ Baştaş Çimento'nun ve lojmanlarının önünden geçmesi gerecekeceğini ... Belki de o yüzden burayı seçmişti, fabrikayı kurmak için ...

Meşhur hikayeyi, yerinde bizzat gördük, diğer kahramanlarının da tanıklığıyla ve gördük ki bir kez daha, dünya da hiç bir şey tesadüfen olmuyor, oturduğun yere, beklediğin yere gelmiyor, başarı sana, sen tellerden atlayıp ona koşmazsan...

Kural : Hayal et, iste, sev, çalış, sabret... her şey olur ...