26 Ekim 2009 Pazartesi

İstanbul Hariç ...


“Dünyanın bütün şehirleri başka bir şehre benzer; İstanbul hariç”, dedi çok gezen :

“değişik, acayip bi yer İstanbul,… bütün büyük şehirlerin içinden su geçer ama hiç birinin içinden yunuslar geçmez mesela ….”


















“Dünyanın bütün manzara fotoğrafları asıllarından daha güzeldir; İstanbul hariç” dedi çok okuyan :

“Bugüne kadar okuduğum, gördüğüm hiçbir şey, İstanbul’un nasıl bir yer olduğunu tam olarak anlatamamış bana…”


“Dünyanın bütün büyük şehirleri, hayat kadını gibi olmuş artık, satar kendini, pazarlar; İstanbul hariç”, dedi çok bilen :

“İstanbul nazlı bi bakire. Sen ayartmalısın onu, her yeri gizem, her şeyi kapalı, arayıp sen bulmalısın, sen baştan çıkarmalısın İstanbul’u”


Ve “düşün” dedi çok inanan, “2500 yıldır bu şehirde ne büyük adamlar yaşamış, ölmüş, bu mabetlerde ne ayinler, ne dualar yapılmış… bunların yüzü suyu hürmetinden, bunların enerjisidir, İstanbul’un enerjisi, gücü, güzelliği” ….


“Siz burada yaşıyorsunuz diye duymuyorsunuz galiba, İstanbul’un bi kokusu ve bi melodisi var ben çok net duyuyorum”, dedi hiç inanmayan…

“Evet” dedim olabilir, ve galiba bu koku, bu türkü, bize hemen İstanbul’u özleten başka yerlere gittiğimizde, en çok İstanbul’a dönüşünü sevdiren başka şehirlerin …



Ve “Dünyanın bütün şehirleri bir gün ölecektir; İstanbul hariç” dedi, 1530 yılında, Petrus Gyllius...

19 Ekim 2009 Pazartesi

"Emanet" Göcek.


Hayatımda ilk kez bir arkadaşımın organizasyonu ile gelmiştik Göcek'e 2006 yılında... 3 çift kiralık eski püskü bir guletle kısa bir mavi tur yapıp hayran olmuştuk koylarının güzelliğine. Ardı arkasına dizilmiş 3 boyutlu, ya da kabartmalı bir tablo gibi dağların arasında bitmek bilmeyen koylar, her biri başka güzel... Hava sanki özellikle yelkenciler yol alsın diye, gündüz hafif rüzgarlı, gece ise süt liman...



Efe 2 yaşına gelip biraz eli ayağı tutunca plansız programsız gelip, bir tekne ayarlayıp hiç olmazsa bir gece dahi olsa denizde kalıp tekrar büyüsüne kapılıp gittik, Göcek'in ve eskiden kalma bir alışkanlıkla şöyle bir kaç mısra döküldü içimizden ....



Önce arsız meltem üşüttü bizi,
okşayarak tenimizi.

Sonra güneş örttü üstümüzü,
yavaşça, ısıttı içimizi.

Teknemiz kiralıktı,
Havlumuz emanet...

Göcek, "yeryüzündeki cennet",
tekrar hatırlattı bize :
Asıl, hayat emanet...






13 Ekim 2009 Salı

Dünyanın Öteki Ucu, Şili


Hem düz hem de küresel haritadan baktım, Türkiye'ye en uzak kıta ülkesi Şili ...
O kadar uzak ki "nasıl olsa kimse gelmez" diye Türk vatandaşlarından vize istemiyorlar, düşün...
Aslında sadece ABD, Kanada ve Avusturalya vatandaşlarından vize istiyorlar...
Onlar sırada bekliyor, ben sallaya sallaya giriyorum ülkeye.... ne güzel dimi ?

"Dünyanın dibi" diyorlar kendilerine, ülkenin bir kısmı güney kutbunda sayılır... Patagonya'nın bir kısmı da Şili sınırlarında...
Bir çok diktatör gibi Pinoşe'den de sonra ülke çok hızlı gelişmiş, Güney Amerika'nın en iyi ekonomisi olmuş.
Hem de hep kendi imkan ve kaynaklarıyla, bütün Dünya'ya, Türkiye dahil, elma, somon, şarap ve bakır satıyorlar ... ( bu arada hadi şarabı anladık da, Türkiye'de kim, neden Şili elması, Fransız suyu alır ?.. )

Bütün yerlileri kesen, kaynakları sömüren İspanya ekolüyle, son yıllarda gelişen, adı var kendi yok, Los Angeles ekolü arası bir yer Santiago... tertemiz, yemyeşil, rengarenk...


Ne kadar Paraguay, Uruguay, Peru, Kolombiya'lı işşiz varsa atmış kapağı buraya...vize de yok ya...


Büyük Okyanus'un buz gibi suyunun balıkları yağlı yağlı, çok lezzetli ama insanları hasret sıcak sularda yüzmeye.... o kadar acıklı soruyorlar ki : " Sizin orda denizler kaç derece ? "


Doğma büyüme Valparaiso'lu Arkadaşım Cristian'ın işi, evi, hayatı, duyguları, düşünceleri ve daha bir çok ayrıntısı ne kadar da çok benziyor benimkilere... Neredeyse her dediğine "aa ben de" diyorum şaşırarak...
En uzaktaki, en yakında olabiliyor bazen; ya da en yakındaki en uzak...


Acaba "uzak" diye bir şey yok mu hakikaten ?..

6 Ekim 2009 Salı

Muchos Buenos Aires

Çok Güzel Havalar ...
.
Mart ayı, bize yaz geliyor yavaş yavaş buraya kış ... Hafif, üşütmeyen bir rüzgar ve yakmayan pırıl pırıl bir güneş, yumuşacık çok güzel bir hava ...

Bu kadar uzak bir şehir nasıl olur da bu kadar yakından benzer İstanbul'a ? insanlar, binalar, yollar, arabalar ...
.

Türkiye'ye ürettirdikleri bazı dandik Avrupa arabalarından burada da ürettirmişler....
yollarda bi bakıyosun Doğan SLX var ya da Tempra, made in Argentina ...

Herhalde diyorum, birtakım "dış mihraklar" Arjantin'ini de bu bölge için "stratejik ortak" yapmışlar kendilerine zamanında ...

Ekonomi de aynı... 3-4 yılda bir kriz ... hükumetler, koalisyonlar gider gelir ... Peso'ları Dolar karşısında bir iner bir çıkar...


Ama halkın daha önemli sorunları var; milli takımın durumu, Boca Juniors ve River Plate derbileri ve Maradona mı daha iyiydi yoksa Messi mi daha iyi, gibi ... dedim ya aynı biz ...


Ve maalesef Buenos Aires sokaklarında, resimlerde gördüğümüz, fötr şapkalı akardeoncular ve siyah giymiş tangocular yok, hatta bir kaç mahalle dışında neredeyse hiç yerel bişey yok... malum koca bir global köy artık dünyamız ....

Yerel dedim de aklıma geldi, buraların gerçek sahibi kızılderili yerlilerden eser yok ....

Hani "soykırım" falan diyorlar ya... soykırım böyle olur işte, hiç bir şey kalmamış geriye ... hiç ...


Sokaklarda Tango ya rastlayamayınca, sağolsun arkadaşım Andres beni tango yapılan bir restorana  ( Tango Porteno ) götürüyor da gözlerimin, kulaklarımın, midemin, ruhumun pası siliniyor ...


Normalde böyle turistik şovlarda ya yemek kötüdür, ya şov, ya mekan, ya da hepsi...

Burada her şey muhteşem ... erkek garsonlar smokin giymiş, kadınlar tuvalet... Her yer kadife, yemekler müthiş... Ve eğer burada izlediğim şey Tango ise , bugüne kadar izlediklerim Silifke'nin Yoğurduymuş ...

Söylemeden edemeyeceğim, dünyanın en güzel gögüslü ama en çirkin ayaklı kadınları burada...
herkes göğüs dekoltesi ve herkes parmak arası .... herkes....

Ve dünyanın en lezzetli kırmızı eti Arjantin'de ... Ve bir de dünyanın en güzel mezarlığı ....


Şehrin modern bölgesindeki (ricoletta) meşhur mezarlıkta, tabutları minik ve çok gösterişli kilise şeklindeki binaların içinde raflara diziyorlar, gömmüyorlar ...
.
Eva Peron ve Tango'nun babası Carlos Jardel de burada yatıyor ... Carlos'un Por Una Cabeza şarkısının bana taş plaktan Safiye Ayla şarkılarıyla aynı şeyi hissettirmesi ne garip...
Yeterince uzağa gitmedim mi acaba,
"kendimden" uzaklaşmak için, yoksa böyle bir şey hiç mümkün değil mi zaten ? 
.

İstanbul'a dönüş yolunda düşünüyorum da, tabi ki Maradona daha iyi ....

3 Ekim 2009 Cumartesi

M.Ö. 9000 - Bildiğin Daş ... Hasankeyf


Yine bir bayram günü, kendi kendimize GAP turu yapıyoruz Urfa - Mardin - Hasankeyf ..

İlk durak Urfa, medeniyetin beşiği, Mezapotamya'nın kalbi, peygamberler şehri ... Havasında bir huzur var, bir maneviyat var hissetmemek mümkün değil..


Her yerde yanan bir mangal, ciğer ve isot... dumandan, kokudan geçilmiyor, Sokaklar tıklım tıklım, daha doğrusu sadece ana cadde tıklım tıklım,

Urfa Müzesinin olduğu bir arka sokak bomboş ...

Müze açık ama kapısı kilitli, görevli bahçede "çile" dolduruyor ...

Bizi görünce biraz şaşkın biraz keyifsiz, müzeyi açıyor, ışıkları yakıyor, biletlerimizi kesiyor ... Para üstü yok, çünkü kasada hiç para yok ... belli ki uzun zamandır gelen tek ziyaretçi biziz ...
İçerisi soğuk, sessiz, sahipsiz ama parçalar inanılmaz bazılarının etiketinde M.Ö. 9000 yazıyor, inanamıyoruz ...

Müzenin üst katı da var, görevliye soruyoruz "yukarısı açık mı, neler var ?" "Hiiiç" diyor görevli "pek bişey yok işte bildiğin daş" ...




Mardin ise süslü bir gelin, biraz yaşlı ama belli çok görmüş, geçirmiş asil bir gelin ... Biraz gergin ama mutlulukla, mutsuzluk arasında gidip geliyor, 



Huzurlu... Janet bayramımızı kutluyor, biz ona şeker tutuyoruz, mavi Mardin badem şekeri;  O bize tarçınlı Mardin çöreği, İkliçe ...


Tepeden, sapsarı ovaya bakıyoruz ama sanki masmavi bir deniz görüyoruz...


Herkes, her şey süslü, güvercinler, kapılar, pencereler, kadınlar, çocuklar, her şey süslü, her yer telkari ...


Sokaklar daracık, yazları bir nebze serin olsun diye...
kamyon giremiyor tabi, belediyenin kadrolu çöp toplama eşekleri var...


Sokaklar çocuk dolu, hepsinin elinde bir silah, oyuncak, şimdilik ...

Urfa balıklı göldeki çocuklar gibi, 1 Milyona, Süryani kiliselerinin tarihçelerini anlatıyorlar, ister Türkçe ister İngilizce... yalnız arada kesersen baştan alıyorlar ...ezberi öyle ... soru sormak da yok ... sadece dinle ...

Aklımızda, kalbimizde, damağımızda tadı kalıyor Mardin'in ...



Hasankeyf o kadar eski ki kimler tarafından ne zaman kurulmuş tam olarak bilinmiyor...

Bizim tarih, arkeoloji, sosyoloji, fizik, mimari vb hiç bir bilgimiz kesinlikle yetmiyor Hasankeyfi anlamaya da anlatmaya da ...



hayran hayran seyrediyor, şaşırıyor, üzülüyor ve bol bol fotoğraf çekiyoruz ...






Mutlaka dünya gözüyle görmek, hayran kalmak lazım, zira yakında sular altında kalacak Hasankeyf ...
Kalsın ne olur ki bildiğin daş !

1 Ekim 2009 Perşembe

Dünyanın En Güzel Denizi ... Chalkidiki



Tekneyle dünya turu yapan abilerimizin çoğunun da onayladığı gibi; 3 okyanus 10 küsür deniz gördükten sonra, ben de eminim, dünyanın en güzel denizidir, Ege ...

Ege'nin kıyıları da, kendisi kadar güzeldir çünkü... çamlıktır, zeytinliktir, kekik kokar, tarih kokar, medeniyet kokar, keyif kokar buram buram ...



Suyu soğuktur, ama üşütmez, hatta Ege'nin insanı gibi, hemen alıştırır kendine, kolay kolay bırakmaz, çıkmak istemezsin...

Dibe dalıp, çıplak gözle tam karşıya baktığında, mavinin başka hiçbir yerde göremeyeceğin bir tonunu görürsün... ki ben bayılırım buna, defalarca bakarım, dalıp dalıp ... çocukluğumuzun tertemiz Kumburgaz ve Büyükçekmece'sinden kum çıkardığımız günlerdeki gibi ...


Khalkidiki ( ya da Halkidikya ya da Chalkidiki ) Bayram ertesi, Selanik üzeri ... Selanik'in doğa harikası, biri Manastıra ait, halka kapalı, 3 burunlu tatil beldesi ... Kassandra, Nea Marmara, Metamorfosis, Nikita gibi enteresan isimleri olan sayısız plaj, kamp, koy, köy, kasaba ...


Denize girmeden, kuma basmadan, çocuk gelişimini tamamlayamaz gibi gelir bana ciddi ciddi... "bu yaz denize fazla giremedi paşamız" diye hakikaten üzüntü ve panikle attık kendimizi sahile yazın uzatma dakikalarında ...



Bugüne kadar gördüğü en enteresan oyuncakla bile en fazla 7,5 dakika oynayan, ama asla kendi kedine oynamayan, zamane çocuğu Efe'miz saatlerce eğledi kendini, taş atarak denize, saatlerce ...

Belli Efe de çok sevdi Ege'yi ...


Yanlızca Ege'nin değil, bütün denizlerin kıyılarında; barış, dostluk, muhabbet ve aşkla yaşanan bir dünyada büyümesi hasretiyle...

Atanın Vatanı, Vatanların Atası ... Selanik



Bayram kaçamağı, kapı komşusu Selanik nam-ı diğer Thessaloniki, Makedon Kralı II. Filip'in güzeller güzeli kızı ... Gerçek "Macedonia"'nın başkenti ... Bizim Atamızın vatanı, ve bir çok vatanın da atası ....



Dandik bir Türk filmi senaryosu gibi çocukken birbirinden ayrılmış, birbirini tanımadığı için düşman olan 2 kan kardeşinin buluşma hikayesidir, Türk Yunan dostluğu ...
Onlar da tespih çevirir, sigara içer günün her saati; onların da evleri cumbalıdır, mabetleri kubbeli ...




"turlu" ve "imam bayildi" yerler akşam yemeğinde, kahvaltıda "ispanaki büreki" ve "puğaça"
Ve çok azı sallar musakkanın aslında Yunan yemeği mi, yoksa Türk yemeği mi olduğunu ...
Yalnız rakıyı, susuz ve küçük şarap kadehlerinde içerler, ona göre...
(Atatürk de böyle içermiş, hatta Atatürk, Elazığ'a geldiğinde rakı içtiği kadehi bendedir şu an Dededen yadigar ... bkz bu resim : )



Sokaklarında kendini yabancı hissetmeyeceğin nadir ülkelerden biridir, Yunanistan. Her şey hatta herkes tanıdık gelir. Selanik'in yeri ayrıdır tabi bizim için. Atatürk'ün evi çok tadilat geçirmiş, çok değişmiştir. Son haline Selanik Belediyesi getirip, armağan etmiş Türkiye Cumhuriyetine. Türk Konsolosluğu'dur aynı zamanda, Pek bir şey kalmamış içinde, eşyaların çoğu Samsun'daki Atatürk Müzesine gönderilmiş ama yine de gitmeye, görmeye değer...


Bundan tam 12 yıl önce ilk kez, TR plakalı arabamızla geldiğimizde yaşadığımız "acaba camımızı penceremizi kırarlar mı" korkumuzun yersizliğini, tanıştığımız neredeyse herkesin Anadolu'dan bir hikayesi olması vurmuştu yüzümüze ... Ya Kayseri'den gelmişti, Amca çok özlemişti pastırmayı ya da dedesi Samsunluydu kızın ve çok güzel kemençe çalardı ...


Şimdi İzmir'den daha kolay ve daha keyifli gelir bana Selanik'e gitmek İstanbul'dan arabayla ...
2 saat gümrük, 2 saat Kavala, orada bir frappe molası, ( Ya da Makri'de Aya Yorgi'de yemek molası ) 2 saat sonra Ege'nin karşı yakası, komşu kapısı ...

En güzel şarkı, sözlerini bildiğin, eşlik edebildiğin şarkıdır ya hani; onun gibi bir şey herhalde ...