Doğu ve Güneydoğu uzmanı değilim, ama kütüğüm Elazığ, doğum
yerim Diyarbakır’dır. Askerliğimi de övünmek gibi olmasın Jandarma Komanda
Asteğmen olarak uzun dönem, Hakkari Yüksekova’da yaptım. Dedemin DSİ’deki
görevi dolayısıyla da çocukken tatillerde sıklıkla Diyarbakır’a giderdik. Dayım ailesi ile birlikte hala Diyarbakır’da yaşar. Son yıllarda da şirketimizin şubesi dolayısıyla zaman zaman Diyarbakır’a gider gelirim, Yani o bölgeyi ve insanını az da olsa tanırım.
Bu son gidişim, ki en güzel zamanı Nisan ayına denk geldi, diğerlerine göre oldukça büyük farklar gördüm üzülerek… Yaklaşık 1 yıl süren Sur çatışmalarının
ardından, darbe girişimi sonrası uygulanan OHAL ( takdir edersiniz ki OHAL O
bölgelerde, İstanbul’dakinden biraz daha farklı uygulanıyor) ve neredeyse tüm
yerel yönetimlere atanan kayyumlar gölgesinde ve artık son derece normal
karşılanan büyük bir patlamanın hemen ertesinde gittik Diyarbakır’a…
Yeni açılmış, son derece modern ve temiz havalimanına tam
zamanında indi uçağımız ki çok sayıda havayolu şirketi birçok şehirden direkt
uçuş düzenliyor Diyarbakır’a. Terminal’de, yürüyen merdivenden korkan teyzeyi
saymazsak, dışarıda bekleyen lüks otomobilleri, yeni havaalanı yoluna yapılan
lüks binaları, altındaki son moda restoranları, kafeleri, kadayıfçıları,
künefecileri görünce ne güzel gelişmiş, medeniyet gelmiş modern bir kent olmuş
Diyarbakır diyoruz önce…
Yön levhalarında, tabelalarda hatta yoldaki “YAVAŞ” kabartmalarında bile Kürtçe sözcükler önce garibimize gidiyor, sonuç olarak bu tabuyla büyümüş bir nesiliz biz; ama sonra alışıyoruz hatta hoşumuza da gidiyor sonuçta bu bir realite ve bir zenginlik. Ama Türkler ile Kürtler arasındaki çizgi ilk kez bu kadar bariz geldi bana. Eskiden barış içinde huzur içinde yaşayan, Kürtler ve Türkler ilk kez bu kadar çok ve bu kadar net nefret ediyorlar sanki birbirlerinden. Ve her geçen gün azalan gayrimüslim nüfusa neredeyse hiç rastlanmıyor artık…
Şehrin dışında tel örgülü güvenlikli sitelere taşınmış orta ve üst sınıf.
Hakim, savcı, polis vb kritik kamu görevlilerin yaşadığı siteler ise dev
bariyerler, beton bloklar, özel harekat polisleri ile çevrili. Ve muhtemelen
Sur çatışmalarının travması ile ilk kez halk çok umutsuz. Eskiden “bitecek bu
terör, köklerini kazıyacağız” yada “çözüm süreci, çok olumlu gelişmeler oluyor
terör bitiyor” diyenler şimdi ümidi kesmiş, “böyle gelmiş böyle gider, bitmez
terör, buraların kaderi” diyorlar ..
Ve OHAL bitip, kayyumlar sona erince ne olacak, yerel
yönetimler eskiye dönüp, tutuklu siyasiler serbest kalınca ne olacak kimse
kestiremiyor…
Hayat durmuyor, ihtiyaçlar ertelenmiyor tabi, sokaklar, çarşılar, kafeler, restoranlar hareketli, sokaklar, meydanlar kalabalık… Sur yavaş yavaş toparlanıyor, yabancı yok ama yerli turistler gelmeye başlamış ama büyük bir işsizlik ve genç nufüs artışı da var. Her yer çocuk, muhtemelen Kürtler aile planlamasına hiç itibar etmemiş.
Ama beni asıl etkileyen, PKK terörünün etkilerinden ziyade (
belki de bunu artık kanıksadığımız içindir) kökten dincilik oldu. Hayatımda ilk
kez Burka’ya benzeyen kıyafetler giyen, siyah eldivenlerle gezen Türk Kadını
gördüm. Dini tercihlere, kıyafet özgürlüğüne saygımız sonsuz elbette ama, bu tarz kıyafetler ne buranın geleneksel kültürüne uygun ne de artık çoktan gelmiş olmamız gereken muasır medeniyet seviyesine...( Hatta dini vecibelere bile ne kadar uygun olduğu tartışılır bence ) Her köşe başında dini bir dernek, bir vakıf, bir kurs; ne yaptıkları,
çocuklara ne öğrettikleri, kime hizmet ettikleri meçhul…
Bazı eski yapılar çok güzel restore edilmiş, sosyal alanlara
dönmüş cıvıl cıvıl gençler ve meraklı yerli Turistlerle dolu. Hasan Paşa Hanı
kahvaltı için, Sülüklü Han ise közde pişmiş bir Türk Kahvesi için olmazsa
olmazlar. Kebap ve ciğerde ben kötü bir yere rastlamadım ama en meşhuru Onur. Kadayır ve Künefe'de kötüsü yok.. Bizim için en ilginci ise bir dönem, yaklaşık 50 yıl önce Annemlerin de
oturduğu, Meşhur İskender Paşa Konağı’nın restore edilip çok başarılı bir
restoran kafe olarak hizmete açılmış olması. Ayrıca konağa ulaşmak için
yürüdüğümüz daracık ara sokaklar, siyah Diyarbakır bazaltından yapılmış taş
evler bana şeklen Alaçatı’yı, hatta Kudüs’ü anımsatıyor ama içerik oldukça
farklı…
Dedim ya bölgenin uzmanı değilim, yıllar süren araştırmalar yapmadım
ama İstanbul’dan bakınca, Diyarbakır’daki kronikleşmiş ve zaman içinde daha da
kötüye giden sorunlarını görmek için de İlber Ortaylı olmaya gerek yok,
maalesef …
Ve fakat Diyarbakır, Mezopotamya’nın merkezi, insanlık
tarihinin şahidi, yontma taş devrine kadar uzanan, tahmini 9000 yıllık bir
medeniyetin başkentidir… 9 bin şanlı yılın yanında 30-40 problemli yılın lafı
mı olur, bu nesil, olmadı bir sonraki nesil mutlaka barışa, huzura, asıl sahibi
olduğu medeniyetine geri kavuşur… İnşaallah ...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder