2 Mayıs 2017 Salı

Diyarbekir, Allah Vekil …

Doğu ve Güneydoğu uzmanı değilim, ama kütüğüm Elazığ, doğum yerim Diyarbakır’dır. Askerliğimi de övünmek gibi olmasın Jandarma Komanda Asteğmen olarak uzun dönem, Hakkari Yüksekova’da yaptım. Dedemin DSİ’deki görevi dolayısıyla da çocukken tatillerde sıklıkla Diyarbakır’a giderdik. Dayım ailesi ile birlikte hala Diyarbakır’da yaşar. Son yıllarda da şirketimizin şubesi dolayısıyla zaman zaman Diyarbakır’a gider gelirim, Yani o bölgeyi ve insanını az da olsa tanırım.


Bu son gidişim, ki en güzel zamanı Nisan ayına denk geldi, diğerlerine göre oldukça büyük farklar gördüm üzülerek…  Yaklaşık 1 yıl süren Sur çatışmalarının ardından, darbe girişimi sonrası uygulanan OHAL  ( takdir edersiniz ki OHAL O bölgelerde, İstanbul’dakinden biraz daha farklı uygulanıyor) ve neredeyse tüm yerel yönetimlere atanan kayyumlar gölgesinde ve artık son derece normal karşılanan büyük bir patlamanın hemen ertesinde gittik Diyarbakır’a…


Yeni açılmış, son derece modern ve temiz havalimanına tam zamanında indi uçağımız ki çok sayıda havayolu şirketi birçok şehirden direkt uçuş düzenliyor Diyarbakır’a. Terminal’de, yürüyen merdivenden korkan teyzeyi saymazsak, dışarıda bekleyen lüks otomobilleri, yeni havaalanı yoluna yapılan lüks binaları, altındaki son moda restoranları, kafeleri, kadayıfçıları, künefecileri görünce ne güzel gelişmiş, medeniyet gelmiş modern bir kent olmuş Diyarbakır diyoruz önce…


Yön levhalarında, tabelalarda hatta yoldaki “YAVAŞ” kabartmalarında bile Kürtçe sözcükler önce garibimize gidiyor, sonuç olarak bu tabuyla büyümüş bir nesiliz biz; ama sonra alışıyoruz hatta hoşumuza da gidiyor sonuçta bu bir realite ve bir zenginlik. Ama Türkler ile Kürtler arasındaki çizgi ilk kez bu kadar bariz geldi bana. Eskiden barış içinde huzur içinde yaşayan, Kürtler ve Türkler ilk kez bu kadar çok ve bu kadar net nefret ediyorlar sanki birbirlerinden. Ve her geçen gün azalan gayrimüslim nüfusa neredeyse hiç rastlanmıyor artık…


Şehrin dışında tel örgülü güvenlikli sitelere taşınmış orta ve üst sınıf. Hakim, savcı, polis vb kritik kamu görevlilerin yaşadığı siteler ise dev bariyerler, beton bloklar, özel harekat polisleri ile çevrili. Ve muhtemelen Sur çatışmalarının travması ile ilk kez halk çok umutsuz. Eskiden “bitecek bu terör, köklerini kazıyacağız” yada “çözüm süreci, çok olumlu gelişmeler oluyor terör bitiyor” diyenler şimdi ümidi kesmiş, “böyle gelmiş böyle gider, bitmez terör, buraların kaderi” diyorlar ..

Ve OHAL bitip, kayyumlar sona erince ne olacak, yerel yönetimler eskiye dönüp, tutuklu siyasiler serbest kalınca ne olacak kimse kestiremiyor…



Hayat durmuyor, ihtiyaçlar ertelenmiyor tabi, sokaklar, çarşılar, kafeler, restoranlar hareketli, sokaklar, meydanlar kalabalık… Sur yavaş yavaş toparlanıyor, yabancı yok ama yerli turistler gelmeye başlamış ama büyük bir işsizlik ve genç nufüs artışı da var. Her yer çocuk, muhtemelen Kürtler aile planlamasına hiç itibar etmemiş.

Ama beni asıl etkileyen, PKK terörünün etkilerinden ziyade ( belki de bunu artık kanıksadığımız içindir) kökten dincilik oldu. Hayatımda ilk kez Burka’ya benzeyen kıyafetler giyen, siyah eldivenlerle gezen Türk Kadını gördüm. Dini tercihlere, kıyafet özgürlüğüne saygımız sonsuz elbette ama, bu tarz kıyafetler ne buranın geleneksel kültürüne uygun ne de artık çoktan gelmiş olmamız gereken muasır medeniyet seviyesine...( Hatta dini vecibelere bile ne kadar uygun olduğu tartışılır bence )  Her köşe başında dini bir dernek, bir vakıf, bir kurs; ne yaptıkları, çocuklara ne öğrettikleri, kime hizmet ettikleri meçhul…


Bazı eski yapılar çok güzel restore edilmiş, sosyal alanlara dönmüş cıvıl cıvıl gençler ve meraklı yerli Turistlerle dolu. Hasan Paşa Hanı kahvaltı için, Sülüklü Han ise közde pişmiş bir Türk Kahvesi için olmazsa olmazlar. Kebap ve ciğerde ben kötü bir yere rastlamadım ama en meşhuru Onur. Kadayır ve Künefe'de kötüsü yok.. Bizim için en ilginci ise bir dönem, yaklaşık 50 yıl önce Annemlerin de oturduğu, Meşhur İskender Paşa Konağı’nın restore edilip çok başarılı bir restoran kafe olarak hizmete açılmış olması. Ayrıca konağa ulaşmak için yürüdüğümüz daracık ara sokaklar, siyah Diyarbakır bazaltından yapılmış taş evler bana şeklen Alaçatı’yı, hatta Kudüs’ü anımsatıyor ama içerik oldukça farklı…


Dedim ya bölgenin uzmanı değilim, yıllar süren araştırmalar yapmadım ama İstanbul’dan bakınca, Diyarbakır’daki kronikleşmiş ve zaman içinde daha da kötüye giden sorunlarını görmek için de İlber Ortaylı olmaya gerek yok, maalesef …

Ve fakat Diyarbakır, Mezopotamya’nın merkezi, insanlık tarihinin şahidi, yontma taş devrine kadar uzanan, tahmini 9000 yıllık bir medeniyetin başkentidir… 9 bin şanlı yılın yanında 30-40 problemli yılın lafı mı olur, bu nesil, olmadı bir sonraki nesil mutlaka barışa, huzura, asıl sahibi olduğu medeniyetine geri kavuşur… İnşaallah ...

Hiç yorum yok: