29 Mart 2010 Pazartesi

Pert, ne tarafa düşer Abi ?


Diye sorduk birbirmize, Güney Afrika’lı bayimiz, Avusturalya’lı müşterisiyle Perth’de buluşmayı önerince …Nerdedir, nasıl gidilir ?.. Sonra öğrendik, Avusturalya’nın batı kıyısındaki şehirlerinden biri olduğunu ve Dubai aktarmalı toplam 15 saatte falan gidildiğini ….

Ayrıca Pert değil, dilini bi karış çıkararak ve ööö diye uzatarak “Pööörtttsssshh” diye okunduğunu, Dubai havaalanındaki, kıl İrlandalı yer hostesinden öğreniyoruz, aynen şöyle bir diyalogla :

- Pert
- vat ?
- Pört
- Sori ?
- Peort
- Mey Ay si yor tikıt pıliiz
- Yes, hiyır it is,
- OOOOO yeeeeeah, yu miin “Pööörrrrrrrrttttttssssssshhhhhhhh”


Neyse pörs mörs geliyoruz nihayet uzun bir yoldan sonra ve aman allahım, bütün şehir bi aşk filmi seti gibi … her an birileri, harika bir fon önünde öpüştü öpüşecek … Ve herkes birbirine aşıkmış gibi bakıyor, herkesin gözünün içi gülüyor… Çok belli, her şey mimarlar, şehir plancıları, peyzajcılar tarafından sonradan yapılmış, sahte ama çok dekoratif, çok uyumlu… Güzel yapmışlar memleketi valla ellerine sağlık …

Normal şehirlerde serçe, güvercin filan olur, burada beyaz şapkalı papağan var, doğal hayatında, her yerde ….
Ve tabi ki kanguru… gerçi kanguru vahşi bir hayvan şehir merkezinde göremiyorsun ama biz Kalgorlie’ye giderken yolda, ve maalesef yol kenarlarında araba çarpmış, bir sürü gördük…
Tabi bir de normal denizlerde deniz anası falan olur burda direkt köpek balığı varmış... Sahillerde "dikkat köpekbalığı çıkabilir" tabelaları varmış ...


Burada bitki örtüsü de, iklim de, hayvan ve hatta insan da, tamamen farklı, diğer yarım küre olduğu, farklı paralel - meridyen olduğu, bariz belli…
Ama bence huzurun, mutluluğun, nezaketin, güleryüzün, muhabbetin de bu kadarı fazla, bünyeye biraz kavga, gürültü, stres, sinir de lazım....

Kural 16 : En güzel renk, en güzel makyaj, en güzel süstür, yeşil… hiç bir şey, hiç bir mekana, yeşil kadar, çiçek kadar, ağaç kadar yakışmaz, kıymetini bil…

24 Mart 2010 Çarşamba

Yakışıklı Dublör, Toronto


Dünya'nın herhalde en modern, en temiz, en güzel şehridir Toronto ve bu yüzden bir çok Hollywood filminde New York'un, Şikago'nun dublörlüğünü yapmıştır başarıyla...

Benim de sokaklarından, gökdelenleri hiç sevmediğim halde, mimarisinden en keyif aldığım kent kesinlikle Toronto olmuştur ...


Tabi bunda insanların gözlerinden okunan huzurları, selamlaşmaları, birbiriyle konuşması, şakalaşması, güler yüzlerinin payı büyüktür ...



Kimsenin hiç acelesi olmaz mı ya, kimse mi bir yere geç kalmaz , yanlışlıkla da olsa eli kornaya çarpmaz mı hiç adamın, asık suratlı kimse olmaz mı, köpeği ölen falan, ne bileyim ?
Yok, herkes mutlu ...

Tabi sonra öğreniyoruz ki dünyanın en güvenli şehirlerinden biri Toronto, suç oranı acayip düşük...

Zaten Kanada dünyanın en yüksek milli gelire ve en yüksek eğitim seviyesine sahip ülkelerinden biri...
En çok çalışan, en az kazanan ( mesela benim ev sahibim GM de forklift operatörü ) bile en geç 4'te evde, 4 buçukta golf kursunda ...
Hobisi olmayan kimse yok, kimi göl dalgıcı, kimi dağ bisikletçisi, kimi yelkenci, kimi snow boardçu ... Bahçesi, köpeği ve bisikleti olmayanı dövüyorlar zaten ...

Not : özür dilerim ama fotograflar yine web sitelerinden tırtık çünkü bu seyahatim de yine, fotograf makinesiz çıktıklarımdan ....


Kural 15 : Seyahate çıkarken pasaportunu ve fotograf makineni unutma da neyi unutursan unut ....

22 Mart 2010 Pazartesi

folklör sehayatleri II


Sanki, 8 gün boyunca sabah akşam bisküvi, zeytin ezmesi ve konserve ton balığı yememişiz, çayırda çimende, koltukta, otlarda yatmamışız, pislikten kırılmıyormuşuz gibi öyle zinde, heyecanlı ve keyifli varıyoruz ki Bonheiden'a gelmesek de olurmuş, bir o kadar daha yol gidebiliriz ...


Sokaklarda ve evlerin kapılarında "Hoşgeldiniz" pankartlarını, hemen kasabanın girişinde bizi karşılayan ev sahiplerimizi, kırmızı kırmızı evleri ve yemyeşil bahçeleri görünce keyfimiz ve heyecanımız iyice artıyor...

Sonra Rahmetli başkanız Hasan Işık hatırlatmadan edemiyor "Unutmayın burada yanaktan 3 kere öpülüyor, çok sık lazım olacak ona göre .... " Hakikaten de çok gerekli bir hatırlatma olduğunu Bonheiden'a 1991 den sonra 1994, 1995 ve 1997 de tekrar geldiğimizde daha iyi anlıyorum ...

Ben festival öncesinde, hastane bahçesinde, daha ilk göstermizde güzelim Adıyaman'ı berbat edince ekipten kesilip bayrakçı oluyorum ki, başta kilisedeki açılış olmak üzere Türk bayrağı taşımaktan nasıl keyif alıyorum, nasıl gurur duyuyorum anlatamam, sanki Türk orduları Belçika'yı fethetmiş ben de Ulubatlı Hasan'ım ....

15 yaşında bir çocuk için belki biraz fazla ama provalar, sahne, alkış, kulis, "after-party"ler, diğer ülke folklörcüleriyle kaynaşma, eğlenceler, sürekli müzik, dans...
neredeyse günde ortalama 2-3 saat uyuyoruz ki daha 2-3 bin kilometre daha yolumuz var....

1991 yılındaki seyahatte ancak bayrak taşıyan kabiliyetsiz ben, bu işten öyle keyif alıyorum ki sonra, azimle ( biraz da adam yokluğundan ) 1992 deki festivale kılıç kalkancı olarak gidiyorum ki bu neredeyse bir mucize...


Daha önce de bahsettiğim gibi Kılıç Kalkan hassas bir konu, dünyanın en ilginç halk danslarından biri, müzik, ritim ve eş yok, ritmi kılıç kalkanla veriyorsun. Gerçek metalden, oldukça ağır kılıç, kalkan ve benim gibi cılız bir çocuk için hiç de kolay bir oyun değil ... Kılıç Kalkancılar genelde en eski, en tecrübeli oyuncular olur ve otobüste arkaya oturur, eşya taşımaz, her oyunu bilir ama kolay kolay oynamaz, dernek kurallarının bazılarına uymayabilir falan ... Ve bakmayın, turist kaçıran falan derler ama yalan, yabancılar da bayılır hem oyuna hem de oyuncusuna... ( bi de şu şort işi olmasaydı ) Yani erkek folklörcüler için hedeftir Kılıç Kalkan, benim için rüya, hayal .... Hayalim hemen 1 yıl içinde gerçek oluyor ... Nasıl mutluyum anlatamam



Bonheiden'dan sonra İspanya'ya, ertesi yıl yine İspanya'da 2 ayrı festivale, daha sonra Hollanda + Belçika'ya ve sanırım 2 kez Bulgaristan'a festivallere gidiyoruz ve ilerleyen yıllarda gençlik kampları, karnavallar, fuarlar, değişim kampları falan bir çok değişik seyahate katılıyorum değişik sıfatlarla, ama hiç biri folklör festivallerindeki keyfin yakınından bile geçmiyor ...

Kural 14 : Halk dansları, özellikle de Türk halk dansları, müthiş bir hobidir; spor, müzik, dans, kültür, dostluk, sahne, seyahat ... Düşünsene, mesela başka hangi aktivite elele yapılır ki ?

15 Mart 2010 Pazartesi

Hayatımın en güzel "seyahatleri", Folklör Festivalleri I


Keyfin, mananın, aşkın, heyecanın ve hatta acıların bile, daha çok olmasa da, daha uzun ömürlü olduğu zamanlardı... ( hatta annem ekmeklerin bile o zamanlar daha geç bayatladığını söylüyor… )

Şarkıları, dostları, sevgilileri, gözyaşlarımızı çabucak tüketip, unutup, harcamadığımız;
herkesin daha yoksul olduğu ama hiç bir şeyden yoksun kalmadığı, tam Sezen Aksu yıllardı,
80’li yılların sonu 90’lı yılların başıydı…

Babam Bahçelievler Lions Kulubü aracılığıyla Bahçelievler Folklor Derneğinin 1989 Puerto Rico – Miami “Sehayatine”, “Turist” olarak katılmıştı
( her yaz katılacağımız festivallerin, her birine genel olarak seyahat denir, “Seyahate geliyor musun” gibi kullanılırdı ki ben hala bütün gezilerime seyahat derim; ve bu seyahatlere folklorcu, müzisyen ya da yönetici olarak katılmayıp sadece gezmeye geldikleri için oyunculardan daha fazla para ödeyenlere de "turist" denirdi; ve turistler de bu seyahatlerden büyük keyif alırdı… )

Babam o kadar etkilenmiş, o kadar sevmişti ki bu folklör işini, yaşım küçük olduğu halde ( 14 ) beni hemen kayıt ettirdi… Hiç istemedim önce, babama küstüm, utandım, yıllarca kimseye söyleyemedim, “ Erkek adam, folklor mu oynar, futbol oynar“diye...

Ama çok kısa bir süre sonra Pazar gününü iple çeker, erkenden çalışmaya gelir bazen heyecandan uyku uyuyamaz oldum ki her Pazar sabah 10, akşam 6 “çalışma” ya gitmek o yaşlardaki bir çocuk için kolay değildir …

Yaklaşık 12 yıl boyunca bütün Pazar günlerim folklörle geçecek, folklörü bıraktıktan yıllar sonra bile Pazar gününü boş geçirmekten büyük rahatsızlık duyacak, evde oturmaya bir türlü alışamayacaktım …

Önceleri hiç beceremedim, hem yaşım küçüktü, hem de sezonun ortasında başlamış, benim ekibim çoktan ilerlemişti… Zira çok uzun bir süre, derneğin en küçüğü ve en beceriksizi olarak kalacaktım…

Zaten benim derdim folklor oynamak filan değil, yurtdışına gitmekti …
O zamanlar turlar bu kadar yaygın ve ucuz değildi, hatta yanlış hatırlamıyorsam tatil yapmak bu kadar yaygın değildi, genelde herkesin yazlığı olur ya da yazlığı olan bir akrabası olurdu ….

Yıl 1991’di, Seyahate gitmeye yetecek kadar, kör topal "Adıyaman" öğrendim…
Seyahat Belçika ve İspanya’ydı, otobüsle … Evet otobüsle …
Toplam 25 gün falan sürdü … Herkes 2 bavul aldı biri giyecek, biri yiyecek …
Bavulların, kostümlerin ve enstrümanların sığması için otobüsün bazı koltukları söküldü…

Turistler ve yöneticiler en önde, kızlar hemen onların arkasında, erkekler arkada , Kılıç Kalkancılar en arkada otururdu…( Kılıç Kalkan mevzusu hassastır, ona daha sonra detaylı gireceğim )

Evli ya da nişanlı değilse bir kızla bir erkek yan yana oturamazdı ama flört edenler geceleri gizlice buluşup yan yana otururdu… Molalarda ise tabi ki kızlar otobüste, erkekler dışarıda, yerde uyku tulumlarında yatardı … Sabaha kadar, kıçımıza taşlar batarken, tir tir titreyerek uyumaya çalışır ama sabahları, müthiş bir enerji ve neşe ile uyanır yola ya da gezmeye devam ederdik…
O zamanlar, bu enerjiyi, hayatımın hiç bir döneminde, bu keyfi ise hiç bir seyahatimde bir daha asla yakalayamacağımı tahmin edemezdim ....

25 günlük seyahatin 15 günü falan yolda geçer, daha Edirne’ye gelmeden çalgı, türkü, makara alır yürürdü … düşünsene bir otobüs dolusu 20 – 30 yaş gurubu folklorcu ve müzisyen…

Uyumak yasak, herkes aynı anda sızar … Bulgaristan ve Yugoslavya’da sadece benzin istasyonlarında ve tuvaletlerde mola; İtalya’da Venedik, dönüşte alışveriş için Trieste’de mola. ( Liman kenti, Trieste’den 501 kotlar, Lumberjack ayakkabılar falan alınırdı, Tophane Amerikan Pazarının yarı fiyatına ) … Fransa’da ise gidişte Paris ; dönüşte Monte Carlo, Monaco, Nice’te mola ….

Tabi bu yerlerin hiç biri bizim umurumuzda bile değil varsa yoksa şamata...
Adam akıllı fotoğrafımız bile yok, hiçbirimizin …

Cep telefonu, internet, kredi kartı vb teknolojik “nimetlerin” olmaması aslında ne kadar büyük bir nimetmiş, yıllar sonra anlayacaktık …

Ve nihayet uzun ama keyifli bir yolculuktan sonra ilk durak, ilk festival, Belçika, Mechelen, Bonheiden, De Krekels Folklor Festivali….
(Devamı Haftaya )


NOT : Geçen ay, 47 yaşında kaybettiğimiz, kendisinden çok şey öğrendiğimiz, davuluna çok ter döktüğümüz, yüzlerce kişi yetiştirmiş, memlekete büyük emeği geçmiş ama tabi ki maalesef memleketi tarafından kıymeti bilinmeyen, büyük folklorcu Sedat ( Taşçıkar ) Abimize Allahtan rahmet, Eşi yine büyük folklorcu Sibel ablamıza sabır dileklerimle …

5 Mart 2010 Cuma

Botsvana yolları taştan ...


Botswana da Türk Vatandaşlarından vize isteyenlerden, ama Türkiye’de konsolosluğu yok … İngiltere Konsolosluğu vize veriyor ( nedense ?) o da 2 haftada …
Tabi buna vakit olmadığı için ben de Johannesburg’a geldiğimde buradaki konsolosluktan vize alıyorum.


Ve Kanada, Ontario’da bi buz hokeyi salonunun tuvaletinde : “Burada da görevdeyim, Tosun” yazısını gördüğümde şaşırdığım kadar şaşırıyorum , Johannesburg, Botswana Konsolosluğu vize kuyruğunda bir Türk’le karşılaştığıma …
Hatta sonra kocasının FİFA da çalıştığını, Dünya Kupası hazırlıkları için 10 aydır, bir buçuk, üç ve beş yaşındaki 3 çocuğuyla birlikte burada yaşadıklarını, buradan önce İsviçre'de yaşadıklarını, kupa bittikten sonra da FİFA onları nereye gönderirse oraya taşınacaklarını öğrenince daha da şaşırıyorum…

Ne insanlar, ne hayatlar var ya ?..

Botswana’nın bile bizden vize istemesi mevzuna ise hiç girmeyelim … İşim olmasa asla gitmem, işim olmaz !..


Meşhur De Beers’in, Jwaneng’teki elmas madenine gidiyorum, zira kendisi bir nevi tekel aslında, kendi buluyor, kendi çıkarıyor, kendi işliyor, kendi satıyor … Satan çok var ama üreten çok az ! Biz de onların makinelerine zincir satıyoruz ama kaba bir hesapla bizim 2 ton zincire karşı onlardan 2 karat pırlanta alamıyoruz ya neyse …


Gerçi ben buraya kadar gelmişken, “şöyle bir iki avuç alırım, eşe, dosta, blog okurlarına filan dağıtırım artık” diyordum ama sonra içeri girmeden önce tabi tutulduğumuz 1 buçuk saatlik güvenlik eğitiminde öğreniyoruz ki; hem işlenmemiş pırlanta taşımak, uyuşturucu taşımaktan daha büyük bir suç, hem de zaten çıkarken ayakkabılarımızın altındaki çamurları bile arıyorlarmış, ne olur ne olmaz ….

Yine de eğer yolda yürürken elmas bulursan yönetime teslim ediyorsun, değeri ölçüsünde hediye veriyorlarmış, rivayete göre de bulan oluyormuş arada sırada ama ben tozdan ve çamurdan başka bir şey göremedim !


Bizim işyerlerinde, madenlerde; masa tenisi, voleyol, futbol, basketbol sahası falan olur burada birkaç yüz hektar “game reserve” var içerde gergedan, fil, zürafa, çita falan var… Safari ve av, maden personeline ve ziyaretçilerine açık, ücretsiz …


Diğer Afrika ülkelerine göre son derece yeşil, temiz ve zengin Botsvana, elmas madenleri sayesinde herhalde, hoş hepsini yabancılar işletiyor ya neyse… Sarı humma aşısı ve sıtma ilacına da hiç gerek yokmuş, gelmeden önce aşı olarak, boşuna virüs aldım …

Maden sahasında, makinelerden sorumlu Klaas, yardımcısı Soli, Albert ve Ben toplantı halindeyken camdan dışarı gözüm kayıyor bir bakıyorum kocaman bir babun, bize pis pis sırıtarak, çöpleri karıştırıyor… Allah günah yazmasın, Klaas da aynı Babuna benziyor, gülmemek için kendimi zor tutuyorum…


Kural 13 : Hemen İngilizce öğren, çok iyi öğren, çok iyi konuş, çok konuş, herkesle konuş, selamlaş, şakalaş, sor, anlat, dinle... Seni bilmem ama bence gezmenin en keyifli yanı, acayip acayip insanlarla tanışmak, konuşmak, paylaşmak ...

1 Mart 2010 Pazartesi

Taşı Toprağı Altın (mış eskiden ) Johannesburg, G. Afrika


Haritada görünüyor mu bilmiyorum, şu an Güney Afrika Cumhuriyeti’nin, Botsvana sınırında, Zeerust adlı kasabasında, Grey Lourie diye, yaşlı bir çiftin işlettiği pembe, eski, hayat dolu, anı dolu, iddiasız, gösterişsiz ama masalsı güzel bir pansiyondayım...



Yarın Albert’le birlikte Botsvana’ya gideceğiz, dünyanın en büyük elmas madeninde çalışan dünyanın en büyük iş makinesini görmeye … Onu sonra anlatırım fakat, şimdi Güney Afrika ve Johannesburg …


Afrika’nın sonsuz zenginliğinin üzerine Avrupa’nın birikimiyle sonradan kurgulanmış, kurulmuş Güney Afrika Cumhuriyeti…

Hıristiyanlığı bile yeniden kurgulamışlar... Yeni bir sürü mezhep, tarikat, kilise kurmuşlar; domuz eti yemeyen ya da kabuklu deniz mahsulleri yemeyen bir mezhep var mesela...

“Altına hücum” eden Portekiz, İtalyan, Hollandalı, İngiliz ve diğer “beyaz” adamlar çok güzel şehirleşmiş, yerleşmiş, sahiplenmiş “siyah” ların topraklarını…


Önceleri her şey çok iyi gidiyormuş ( tabi ben sadece beyazlarla konuşabildiğim için meseleye sadece o açıdan bakabiliyorum ) ama Mandela’dan sonra siyahlar yönetimi ele geçirince işler değişmiş… Kabul etmeseler de önce beyazlar biraz abartmışlar, sonra da siyahlar, bir nevi intikam alımış.. Şimdi ise ortada çaktırılmamaya çalışılan ama bariz bir nefret var ve fakat hala bütün patronlar beyaz, işçiler ve işşizler siyah …


Diğer Afrika ülkelerinden kaçak göçmenler, işsizlik, inanılmaz bir suç oranı ve AIDS ( Siyahların neredeyse yarısı HIV pozitif... Ücretsiz prezervatif dağıtılıyor her yerde ama siyahlar ”bu beyaz adamın bizim nüfusumuzu azaltmak için yeni tezgahı” diye karşı çıkıyor prezervatife… Tanıdık geldi mi bu bi yerden ?



Johannesburg’un içinde neredeyse hiç beyaz kalmamış, her yer parmaklık, tel örgü, kamera, güvenlik, duvar …
Bu dördüncü gelişim hala Johannesburg’un merkezini göremedim… Beyazlar ancak dev duvarlar ve parmaklıklar arakasındaki özel sitelerinde yaşayabiliyor,
Her gün onlarca cinayet, artık haber değeri taşımıyor 3. sayfalarda… Müşterimiz Gerrit belki 10 sefer anlattı daha geçen hafta sonu bir parkta ailecek gezerken 3 tane bıçaklı siyahın onları güpe gündüz nasıl soyduğunu … Polis gelmemiş bile, zaten hapishanelerde de yer yok ….


Tabi bir de dedim ya Afrika’nın güzelliği var … Her yer yemyeşil, hava muhteşem asla çok soğuk ya da çok sıcak olmuyor, yemekler müthiş, etler, meyveler, şaraplar, kafeler restoranlar, rengarenk harika ağaçlar, çiçekler, kuşlar, zebralar, babunlar, aslanlar …


“Game Reserve” dedikleri şahısların işlettiği bir nevi milli parklarda envai çeşit vahşi hayvan hem avcılara hem de sadece bakanlara, fotoğrafçılara açık … Av ata sporu tabi, hem de büyük milli gelir… Vurduğunu ödüyorsun, "bushbok" adlı küçük cins bir antilop 300 dolar , Leopar 3000 … Ayrıca şu “istinye park logosu” kılıklı ağaçlara da bayılıyorum ...


Güney Afrika, bizden vize istemeyenlerden; her mevsim, her türlü aktiviteye de müsait, harika bir seyahat noktası...


2010 dünya kupası için de heyecan dorukta, geriye sayıyorlar 100 gün filan kalmıştı en son
Tabi burada da “yok yok yetişmez, biz bu işi beceremeyiz, kesin yüzümüze gözümüze bulaştıracağız” diyenler çoğunlukta …


Kural 13 : Doğa sana çok bonkör davranır, sen sakın ona hoyrat davranma, suyun, toprağın, yeşilin, değeri bil, herkesin, her şeyin yaşama hakkına saygı duy,
Avlanma, illa avlanacaksan, Afrikalıların dediği gibi “sadece yiyeceksen avla”