22 Şubat 2016 Pazartesi

Yaşayan Efsane Parios, Can Çekişen Efsane Atina

Yaşayan Efsane Yannis Parios...

Bilenler bilir, ben bilmiyordum Yannis Parios; Asli Erzurum, Fahri Atina'lı arkadaşım Ünal tanıştırdı, Yunan müziğinin yaşayan efsanesi, bu yıl tam 70 yaşında; okurken harçlık çıkarmak için çalıştığı otelin karşısındaki Buzikia'da (Müzikhol) tesadüfen çıkmış sahneye ve yaklaşık 50 yıldır sahnelerde…

Yunan müzik tarihinin en yüksek plak satış rekoru 1976’dan beri kırılamamış… Avustralya’dan, Kanada’ya, Dünya'nın her yerinde binlerce konser vermiş, bir çok sanatçıya onlarca beste vermiş…
 Türkiye hariç… Bir rivayete göre 70’li 80’li yılların hengamesinde çok sayıda bestesi Türk sanatçılar tarafından araklandığı için Türkiye’ye kızgın… Belki biraz da Yunan milliyetçiliği vardır, günahı boynuna…

Türkiye’deki ilk ve tek konseri 2013 yılında Rum Yardım Vakıfları yararına, direkt Patrik Bartholomeos’un ricası ile gerçekleşmiş. Tesadüf mü yoksa Ünal’ın kumpasımı bilmiyorum, bize de kısacık Atina gezimizde bir Yannis Parios Gecesi denk geldi, meşhur Atina Gazi Mahallesi (!), Iera Odos caddesiyle aynı isimdeki Buzikiasında …


3 bin 500 kişilik salon, tıklım tıklım dolu, iki kişi bir şişe içki almak zorunda en az, bir şişe 75 Euro… ( Türk kafası : hemen  3500/2 x 75 = bir gecelik hasılat.. temiz iş valla İstanbul’a açsak iş yapar mı acaba ? )  Program 12’de başlıyor, önce üvertür sanatçılar biraz gaz verip sonra sahneyi saat 01:30 gibi baba’ya bırakıyorlar… Baba 20 dakikalık bir ara ile saat 05:30'a kadar devam ediyor programa, şarkıların çoğu tanıdık, ( arak meselesi yalan değil galiba…) Biz bütün gün Atina sokaklarını arşınladığımız için saat 3’e kadar dayanabiliyoruz ancak, Ünal, Parios’la 2 göbek, bir fotoğraf yapıp ( kesinlikle bir koruma güvenlik, protokol, kompleks yok !) saat 5 gibi kalkmışlar ve o saatte salon hala doluymuş… Bu salondan, aynı caddede 4-5 tane daha var ve onlar da epey hareketliydi sabahın 3'ünde… Tabi bu kadar eğlenceye, harcamaya can mı dayanır, memleketmi dayanır ?  Cevap : 

Can Çekişen Efsane Atina ...

Benim Atina’ya ilk ve tek gelişim 1997 yılıydı, Avrupa birliğinin ve Yunanistan’ın altın yıllarıydı, Birlikten para akıyor, Yunanistan’ın her yerine, otoyol, tünel, köprü, hava limanı, büyük şehirlere metro yapılıyordu.. Soğuk Kuzey Avrupa’nın zengin turistleri, düşük Drahmi kuruyla, sıcak Yunanistan’da krallar gibi tatil yapıyor hatta, akın akın Yunanistan’a yerleşiyordu;  Atina, 2004 Olimpiyatlarını almıştı, harıl harıl çalışıyor, ama  harıl harıl da harcıyorlardı… Barlar, kafeler, restoranlar (taverna) 24 saat tıklım tıklım, gündüz yaşlılar, gece gençler saatlerce oturup, frape, uzo, reçina ( bir çeşit beyaz şarap ) içip komboloi ( tespih ) sallayıp duruyordu… Bizim bayimizin olduğu sık sık gidip geldiğimiz küçücük Drama’da bile vur patlasın çal oynasın, sabaha kadar içelim güzelleşelim devam ediyordu… ( Bu arada Kardak Krizi devam ediyordu, Türk düşmanlığı zirvedeydi. İpsala'dan Atina'ya arabayla korku içinde gelmiştik, bir çok yerde Türkiye ve Kuzey Kıbrıs aleyhine posterler vardı, ne saçma sapan mevzulardı ... )     


2009 küresel krizinde balonlar patlayınca Yunan rüyası bitti tabi, bi baktılar elde yok avuçta yok… Yıl 2016 oldu, 7 yıldır çözemediler düğümü, neredeyse her hafta bir eylem, bir protesto. Biz ordayken de çiftçiler eylemdeydi. Traktörlerle yolları kapatmış, Sintagma meydanına çadır kurmuş hükümetin ekonomi politasını protesto ediyorlardı… Kafalar aynı tabi, meydana eylemcilerden önce köfteciler ve bayrakçılar gelmişti… Her eylemden bir zarar görmüş şehir, ilk günlerdeki yakma yıkma kalmamış ama her yerde iğrenç grafitiler, yırtık pırtık posterler, sloganlar, güzelim şehir pislik içinde… Para yok tabi, belediye bunlarla baş edemiyor. Turistler kaçmış, neredeyse her 3 dükkan’dan biri kapalı.. Önceleri kalabalıktan yürünemeyen eğlence merkezi Psiri’nin de tadı kaçmış, eski popüler mekanlar kepenkleri indirmiş, sokaklar boş…


Evrensel kural işlemiş, keskin sirke küpüne zarar vermiş yani… Eylemler, yakmalar, yıkmalar olmasa herkes enerjisini çözüme verse, altın yumurtlayan tavuk, turizme sarılsa, Türk düşmanlığını bıraksa belki de bu kadar ağır olmayacaktı bilanço…

Acropolis'teki Restorasyona ayıracak para da yok ! 

Bu arada, can çekişir ama ölmez efsaneler kolay kolay, Atina ( Athena ) Yunan mitolojisinde zeka, sanat, strateji, ilham ve barış tanrıçasıdır ve bu badireyi de atlatır bir gün mutlaka… Doğudan bakınca batı medeniyetinin başlangıcıdır, batıdan bakınca dopu medeniyetinin… 3 asırdan fazla Osmanlı Egemenliğinde kalmıştır, ve çok etkisi vardır hala; mesela Manastır-Monastraki Meydan’ındaki Bayraktaroğlu-Bayraktaris Esnaf Lokantasında, çok tanıdık yemekler yiyip, Yeşilköy’lü Nico ile sohbet edebilirsiniz… Eski’ye meraklıysanız, Pazar günleri, Monastraki meydanın hemen altında açılan bit pazarında daha iyi anlarsınız Yunanistan’ın, Atina’nın çalkantılı hayat hikayesini…
   

Yine de her şeye rağmen, Acropolis’in heybeti, Platon’un, Socrates’in havası, Portakal ağaçlarının büyüsü, anason kokusu, buzuki sesi ve sıcak ülke insanın samimiyeti, rahatlığı Atina’yı sevdirir size, çok tanıdık gelir çünkü ... 


Kural : Unutma Keskin Sirke önce küpüne zarar verir, Öfkeyle kalkarsan mutlaka bir gün zararla oturursun... Başkalarına zarar vererek, kendin fayda sağlayamazsın, Sakin ol, yapıcı ol...
   

1 Şubat 2016 Pazartesi

Heidi’nin memleketi, Flümserberg …


Ben de daha önce hiç duymamıştım, “Flümserberg” şehrini ama gerçekten de resmi kayıtlarda Heidiland olarak geçen bir bölgesinde İsviçre’nin… Eşimin akrabası, uzun yıllardır burada yaşayan Tufan Abi’nin daveti üzerine 13 yıl sonra nihayet gidebildik İsviçre’ye, bir sömestre tatilinde maaile, kayak yapmaya…


Sağolsun Tufan Abi son derece hesaplı bir dağ evi ayarlamış St. Gallen Kantonunun, Heidiland Bölgesinin, Flümserberg Şehrininin, Tanneboden köyünde… İlginç bir yer İsviçre, el kadar ülke 26 tane kanton var, 4 dil konuşuluyor ( Almanca, Fransızca ve İtalyanca’yı biliyorduk bir de “Romansça” varmış…) Başkenti yok, bir sürü şehri var, bir sürü kayak merkezi... Her yer göl, gölet, orman ve dağ… 


Ve varolsun Tufan Abi, bize Türkiye’de unuttuğumuz, Türk misafirperverliği dersi verdi, İsviçre’de; 1 buçuk saatlik yolu, oğlu, eşi, kayın validesi, yiğeni, yiğenin eşi ile birlikte tam 3 sefer gitti geldi, her seferinde elleri kolları dolu dolu, işini gücünü bırakıp, sırf bizi yalnız bırakmamak için… Yol boyu düşündük, hangimiz yapar bunu İstanbul’da, ve biz ne zaman, nerede, nasıl  kaybettik bu değerlerimizi ?


Havaalanından itibaren sessiz, sakin, telaşsız; daimi bir huzur havası memlekette…Bizim, telaş, koşuşturma, gerginlik, karamsarlık iliklerimize kadar işlemişken bugünlerde, çok garip geliyor tabi bu hasret kaldığımız, “bir tatlı huzur…”
Şansımıza kışın ortasında harika bir hava 7-8 derece civarında sürekli güneşli, yumuşacık rüzgarsız, tertemiz dağ havası… Ne tarafa baksan uçsuz bucaksız, koyu rengiyle daha da bir heybetli duran Alpler…


Yıllar önce İsviçre’de başka bir kayak beldesi olan Engelberg’e Ağustos ayında gitme saçmalığından sonraki ilk gelişim bu ve hemen hissediyorum haklı ününü. Doğa ile iç içe harika bir yaşam tarzı… Teleferik’le Tanneboden’den Unterterzen’e inerken, kapısında son model bir araba olan evin bahçesinden tezek kokuları geliyor burnuma ve otobanın hemen kenarından akan derede 3 tane karaca görüyorum su içerken…


Pimapen kuşağı, Oğlum Efe bile hemen fark ediyor ve soruyor “ Baba, neden bu kadar çok tahta var burada,  kapılar, pencereler, çerçeveler, yataklar, kızaklar, oyuncaklar her şey tahta?..”  Ve tabi asıl çocuklara güzel hayat burada… Kayak tesisi onlar için düşünülmüş bir sürü detayla dolu..
Teleferikte sohbet ettiğimiz yakın köylü bir orta okul öğrencisine soruyoruz “”tatil mi bugün” diye hayır diyor “bugün okul kayak günü”, bir nevi beden eğitimi dersi yani… Bir kez daha üzülüyoruz Türk eğitim sisteminin haline… Bizim çocuklarımızın suçu ne ?


Her gün otobüslerle, trenlerle, teleferikle çoğu öğrenci yüzlerce kişi sabah erkenden geliyor, kayıyor, akşam erkenden gidiyor… Akşam saat 6’dan itibaren sokaklarda kimse yok, market 17:45’te kapanıyor. Bir tane bar var o da sadece Cuma – Cumartesi açık… Gün erken başlıyor, erken bitiyor…

Asıl bizim bu telaşımızla, hayat geç başlıyor, erken bitiyor haberimiz yok …


Kural : Telaş etme, hızlı yaşama, yavaşlığın, huzurun tadını çıkar, ömür zaten çok hızlı geçiyor, sen yaşamı yavaşlat hiç olmazsa biraz. Şu şiiri sık sık oku, hatta ezberle :


Yaşamak değil bizi bu telaş öldürecek, 
Bırakın Paris'te ılık rüzgârlarla 
Taratmayı saçlarımızı, 
Sevgilimizle doyasıya sohbet bile edemedik biz, 
Gözümüz saatte söyleştik hep, 
Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık. 
Hep yetişilecek bir yerler vardı, 
Aranacak adamlar, yapılacak işler, 
Bir sonraki günün telaşı, 
Bir öncekinin terine bulaştı, 
Başkalarının hayatı bizimkini aştı, 
Kör karanlıkta çalar saat sesi, 
Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu, 
Veya yavuklu öpücüğü ile uyanma düşlerini, 
Hababam erteledik, 
20 li yaşlardan 30 lara kurduk saatin alarmını. 
30 lardan 40 lara, sonra 50 lere 
Öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, 
Kuşlukta uyuma imkanı sunduğunda size, 
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize, 
Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek 
İmkânına kavuştuğunuzda, 
Söyleşecek sevişecek kimse kalmıyor yanınızda 
Özenle yarına sakladığınız 
Bir sarı lira gibi ömrünüz, 
Vakti gelip te sandıktan çıkarttığınızda, 
Birde bakıyorsunuz ki 
Tedavülden kalkmış,,,, 

( Can Dündar'ın ÖDÜNÇ HAYATLAR yazısından şiirleştiren: 
Erel BLEDA )