19 Mayıs 2010 Çarşamba

Kalbim Belgrad'ta Kaldı


(Kılıç Ali Paşa Türbesi)
"İnanmayacaksın, şu an bomba seslerini çok net duyabiliyorum, sıra bize ne zaman gelecek ya da acaba tanıdığım kimseye bir şey oldu mu diye düşünmekten perişanız" diyordu 1999 yılında Belgrad'tan yazdığı mektubunda, Folklörcü Sırp arkadaşım Ljubica Lazarevic... Tam da ben Sırp'ların Boşnaklara yaptıklarından sonra Nato'nun geç kaldığını, az bile yaptığını düşünürken ...

( Teyze Yugoslavya'dan kalma 500 Milyarlık banknot ve diğer hediyelik ıvır zıvır satıyor, ıvır zıvıra bayılan ve bol sıfırlı banknotlara alışık ben de bir bir banknot alıyorum tabi )

Savaş nasıl birşeydir, neden başlar, ne zaman biter, kim kazanır, yaraları ne zaman kapanır?



Ljubica ve ekibiyle 1997 Belçika festivalinde tanışmış, ortak danslarımız, yemeklerimiz, sözcüklerimiz ( "Ay Siktir Bre" gibi... ) ortak türkülerimiz olduğuna şaşırmış, basket turnuvasında yenilip, futbol turnuvasında yenmiş, çok iyi arkadaş olmuş, Türkiye'de bir festival'de ağırlamış, yıllarca mektuplaşmış, ama yine de Osmanlı'nın onları yüzyıllarca sömürdürğü, kızlarına tecavüz edip erkekleri zorla askere aldığı hakkındaki fikirlerini değiştirememiştik....


Yıllarca aklımın, kalbimin bir köşesinde durdu Belgrad ama bi türlü gidemedim, kısmet Almanya dönüşü arabayla uğramakmış "gençlik hayalime" ... Geceyarısı girdik Belgrad'a ve ara ara, dön dolaş zor otel buldık.. Bulmaz olaydık, tipik komünizm mimarisi, dev ama iğrenç bir otel... Bakın benim gibi pek seçici olmayan, ve daha önce çok kötü otellerde kalmış birisi bile iğrenç diyor, ona göre ....


Binalarında savaşın izi, sokaklarında ve insanlarında savaşın hüznü duruyor hala... Nereye baksam acı görüyorum sanki ... Tabi bir de benim aklıma şu acı geliyor : "bir zamanlar burası bizimmiş ve aslında hala bizim olabilirmiş, neden olmasın ki Amerika'lılar orada 200 senedir yaşıyor, biz buralarda 400 - 500 sene yaşamışız, Anadolu nasıl 900 senelik Türk toprağıysa, Balkanlar da 500 senelik Türk Toprağı olabilirdi .."





Kalemegdan'a doğru gidiyoruz ( yanlış yazmadım Sırpçası bu : Kale Meydanı ) Osmanlının yaptığı Tuna'yı tepeden gören muhteşem Türk kalesi ve içinde Kılıç Ali Paşa Türbesi ... Ne mübarek insanlarmış bizim Atalarımız, nasıl buralara gelmiş, fethetmiş ve yıllarca adil* yönetmiş diye derin bir Fatiha okuyup, Belgrad sokaklarında kayboluyoruz ....




Bir seminerinde Necip Fazıl'a Cezayirli bi Öğrenci çıkışmış "Yıllarca bizi sömürdü, Osmanlı nasıl adil yönettiklerini iddia edebilirsiniz ? "

Necip Fazıl cevap vermiş : " Adil yönetmiş olmasaydı sen bu soruyu Fransızca değil Türkçe soruyor olurdun!"


Kural : Adil ol... Tüm kurallar arasındaki en önemlisi budur...

13 Mayıs 2010 Perşembe

Bundan Sonra Hep Arabayla, Almanya'ya

Seyahatlerin en sıkıcı yanları dönüşleri olur ama dedim ya biz, “ 2.250 km. kaçınılmazsa zevk almaya bakıyoruz” ve bu kez Sırp vizemizi de almışız, Münih’teki konsolosluktan, yeni ve daha kolay bir rota izleyeceğiz, keyfimiz yerinde …

Münih’ten çıkar çıkmaz muhteşem Alp’lerin eteklerinden salına salına Avusturya’ya giriyoruz…


Biz hep havadan, asıl güzellikleri, pas geçmişiz… O kadar güzel bir doğa ki sanki hemen şu köşeden Heidi, koşarak gelip boynumuza sarılacak…

Çizgi film gibi abartmıyorum, hatta resimli coğrafya kitabı gibi köyler, dağlar, vadiler, ovalar nehirler, göller ( el kadar gölde kürek, yelken, surf her türlü aktivite ) ne istersen var …



Güneşli bir Pazar, bisikletine atlamış millet, almış arkasına bebesini, öyle ciddi bir edayla bisiklete biniyor ki dersin tour de france a katılacak…

Oysa ne gerek var ya, çoluk çocuk git bi alışveriş merkezine gez, dolaş, ye, iç, harca ...
Ama maalesef yasa gereği AB'de Pazar günleri bütün mağazalar kapalı !


Bayılıyorum o bisiklet bebek koltuğuna, bizim sıpa için, İstanbul’da o kadar zor buldum ki, anlatamam! Haşim İşçan Geçidine bile gittim “öyle bişi yok abi, araba koltuğu versek ? “ dedi herif ...

150 km hızla giderken camdan deli gibi o köylerin fotografını çekmeye çalışıyorum ama ne mümkün, “Dur Oğuz abi şu kare müthiş, bi fotoğraf çekeyim” desem 5 günde anca varırız İstanbul'a ….



Ama karşı tepedeki Şatoyu görünce, Oğuz abi de dayanamıyor hemen alıyoruz bir mola …
Bir asansör, bir iki kuş gösterisi, bir hediyelik eşya dükkanı, bir restoran tezgah tamam hemen 50 Euro bırakıyorsun ama değiyor vallahi… sanki çim daha yeşil ( 50 Euro verdik diye mi yoksa ? )


Şu, İtalya, İsviçre, Avusturya, Almanya Alpleri kesişimi muhteşem, ve köyler, kasabalar, yemekler insanlar da çok daha gerçek, çok daha bakir ayrıca … Birbirinin aynı şehirlere gidileceğine buralara gelinmeli aslında ...


Slovenya'ya giriyoruz gümrük yok polis yok harika bişi... Burası, Avusturya’nın arka bahçesi, kısmen yırtmış ama Hırvatistan ve Sırbistan her ne kadar kapağı AB’ye atmış olsa da, kefeni henüz yırtamamış … Gerçi Bulgaristan ve Romanya’ya göre süperler !



Aynı parkuru 20 yıl önce yapmış birisi olarak çok net gördüm ki, Türkiye bu süre içinde hakikaten çağ atlamış.

Balkanlar o zaman da dökülüyordu şimdi de dökülüyor, Batı Avrupa o zaman da, bu kadar moderndi zaten ….


Bulgaristan’a girer girmez radara yakalanıp Bulgar polisine önce 20, onu beğenmeyince 50 euro verip 20 yi de geri alamayınca 70 Euro kaptırmamız dışında çok keyifli bir seyahat oldu ve “asla asla deme” kuralı bir kez daha işledi. Bundan sonra Avrupa’ya yolculuklarda arabayı kullanmaya karar verdik …

Kural : Hayır da Allahtan Şer de … Hatta çoğu zaman sen bilemezsin, hangisi hayır, hangisi şer… sen gülümse yeter …

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Technisch und Systematisch Münih


Bir gün gecikmeli de olsa geliyoruz nihayet, Almanya’nın en zengin eyaleti Bavyera’nın, en zengin şehri Münih’e …




Münih’in hayatımızda farklı bir yeri ve önemi olmuştur hep… babam hala büyük keyifle anlatır 80 li yıllarda buralara gelip fuarlarda, rakiplerin ürünlerinin uzaktan fotoğraflarını çekip nasıl kopyaladığımızı… “Fotokopi Türkler” diye standlarına almazlarmış, zaten bırak katılımcıyı, Türk ziyaretçi bile olmazmış adam akıllı, bu dev fuarlarda…




O imkansızlıklarla ne sıkıntılar ve komiklikler yaşanırmış, inanamazsın…
O ekipten meşhur usta Arap Mustafa, bizzat ben şahidim, 2001 fuarında, plan program yok, almış James Bond çantasını atlamış uçağa gelmiş Münih’e, tek yabancı lisan bilgisi “No Problem”



Aradı bizi “neredesiniz indim uçaktan geliyim yanınıza” Cayak’tan Yıldırım Bey’ :
“Bi meydan var” dedi “ bi kilise, bi de kule gibi bişey onun yanındaki restorandayız…”


“Yok artık” dedim, koca Münih’in her yeri meydan, kilise, her yeri kule hayatta bulamaz bu herif burayı, adres yok, tarif yok, lisan yok …..
25 dakika sonra geldi Arap Mustafa, köşeden bağırdı “nerden buldunuz lan burayı, hemen şu öteki kulenin yanında ne güzel bi tavukçu vardı…”


Gerçi Münih’in yarısı Yozgatlı, özellikle de taksiciler … Taksiye biner binmez “Selam-ın Aleyküm” diyorum direkt, hiç şaşmıyor !


Ve Münih’te ve muhtemelen Almanya’nın hiç biyerinde hiçbir şey şaşmıyor… Metro 9 dakika sonra gelecekse 9 dakika sonra geliyor, asla 10 olmuyor ama 8 de olmuyor…


Hep iş için gittiğimiz için çok yaşıyoruz herifin işi ne ise, nasılsa öyle yapıyor.
“Boş ver, idare eder” asla yok … ama “bu da bizden olsun”, “gelmişken şunu da halledelim de” yok ! Hatta hiç beklenmedik bir sorun çıkmadığı için pratik çözüm de üretemiyorlar


Bu sistem ve şaşmaz düzen bize uymuyor tabi, ben daralıyorum, hatta bence Almanlar da daralıyor ve 2 kadehten sonra şaşıyor düzenleri ve başlıyorlar avaz avaz bağırmaya, o düzen içinde yapamadıklarını yapmaya...


Biz içince duygusallaşır “öpüjem” oluruz, onlar hiddetlenip “dağıtıjaaaaam” oluyor
Temel fark bu ve ben şahsen öpmeyi tercih edenlerdenim …..

Kural : Sen de öpmeyi tercih edenlerden ol... dudak öp, el öp, yanak öp, alın öp, unutma öpmekle dudak aşınmaz ama çok büyük engeller aşılır ...