22 Ocak 2010 Cuma

Havada Aşk Kokusu Var, Verona


Kan davalı Capuletgillerin güzeller güzeli kızı Juliet ile ( nedense bütün hikaye kahramanları da güzeller güzeli olur ) Montagueslerin dıraz gibi oğulları Romeo'nun aşk hikayesinin vuku bulduğu yerdir, Verona...


Adige nehrinin iki yakasına usulca uzanmış, reformlar, rönesanslar, dünya savaşları, diktatörler görmüş geçirmiş, "Venedik'e giderken sağda" kalmış, Milano'nun gösterişi, Roma'nın şöhretinin gölgesinde, bekaretini korumuş, İtalya'nın en güzel, en canlı ( hareketli manasında değil nefes almak manasında, canlı ) şehirlerinden biridir Verona ...


Collesium'a göre çok mütevazi, ama esaslı bir Roma Arenası vardır meydanında ve her köşenin arkasından başka bir meydan ( piazza ) daha çıkar karşına, ki hepsi birbirinden güzeldir... Ve bu koca şehir merkezi tamamen trafiğe kapalıdır, egzostsuz, kornasız, metalsiz keyifle kaybolursun daracık sokaklarda....


Ah bir de tam bu Arena'nın köşesinde Louis Vuitton mağazası olmasaydı ... Ama beni asıl yaralayan Moskova, Kızıl Meydan'daki sosyetik butikler ve Medine, Mescid-i Nebevi'nin hemen girişindeki take away Starbucks olmuştur... Allah Sultanahmet Meydanını Korusun ...


Ve bu "piazzaları" birbirine bağlayan dar sokaklarında, tarife ihtiyacın olmadan hepsi birbirinden başarılı küçük aile restoranlarında, makarnanın da şarabın da kralını bulabilirsin...

Herhalde evlerinde tencere kaynamıyordur Verona'nın, çünkü herkes her gün dışarıda yemek yiyor, bütün restoranlar, her öğün, ağzına kadar dolu ...

Juliet'in evi müze, ziyaretçi akını, duvarlarda "post-it" lerle aşk ve tosun notları, fotoğraf kuyrukları...
Ama nedense, Romeo'nun evinin önünden geçen yok, kapıda dandik bi bakır tabela : "Casa di Romeo" erkek burada da para etmiyor herhalde ...



Kural 9 : İster bir tas tavuk suyuna çorba olsun, ister koca bir şehir; içinde aşk olan her şey hemen belli olur, ona göre ...

15 Ocak 2010 Cuma

Ne ararsan var, Tayland


Tayvan'a makine bakmak için geçerken uğradığımız, uğradığımıza da çok memnun olduğumuz Tayland....Doğa'nın kralı, tarihin daniskası, eğlencenin dibi, alışverişin alası, denizin, güneşin, kumun, yemenin, içmenin, dik alası ... hem de vizesiz... hem de Avrupa'daki benzerlerinin yarı, hatta çeyrek fiyatına ...


Biraz hijyen problemi, biraz kalabalık, biraz japon turist muamelesi, biz Türkleri bile usandıran pazarlık alışkanlığı gibi olumsuzlukar var ama yine hepsine değer Tayland'ın tropiği ... başta taksiciler olmak üzere neredeyse herkesle yapılan pazarlıklar insanı gerçekten yoruyor ama alışmış kudurmuştan beterdir işte, yapacak bir şey yok sistem bu...

Bangkok, ne ararsan var'ın başkenti, hatta sen aramasan da seni bulur, Bangkok... Deniz mahsülleri, tropik meyveleri, uzak doğu mutfağı sevene, sevmeyene uygun her türlü yemeği, ki benim favorim Tom Kha çorbasıdır, muhteşemdir ...



Uyduruk turist atraksiyonları, yok ucuz mücevher fabrikası ziyareti ya da kobra dövüşü, timsah çiftliği falan gibi tufalara gelmek herkesin kendi bileceği sey tabi ama yüzen pazarı ( floating bazar ) kaçırmayın... Ayrıca bol bol masaj yaptırmak ve her zamanki tavsiyem sokaklarında kaybolmak için çok keyifli ve güvenli bir yer ...

Pattaya'ya dikkat "+40" yani RTÜK'ün yeni uygulaması gibi "yanlızca 40 yaş üstü erkeklere uygun"

Açık hava Adana Pavyonu ... Her yerde 15-16 yaşında ( ya da biz öyle sanıyoruz hepsi birbirine benziyor ya ) kızlar, yanlarında 40 yaş üzeri beyaz erkekler, konsomasyon ve sonrası ... Deniz, kum, güneş hikaye, Caddebostan plajı ... Ama genelde bu kadar yol gelmişken mutlaka uğranıyor... Bana kısmet olmadı ama eğer mümkünse PAttaya değil, Phuket'le birleştirmek lazım Bangkok'u işte o zaman tadından yenmez ....

 Heh bir de çok eğlenceli bişi var, biliyorum çok seviyesiz ama, "X" e dilleri dönmüyor "sixty", ya da "sixteen" dedirtmek çok gülünç oluyor ...


Kural 8 : Dünyanın heryerinde geçerli tek lisan : gülümsemedir. Ne olursan, nerede olursan ol gülümse, gücüne inanamayacaksın ...
Not : Gençliği vize kuyruklarında çürümüş biri olarak artık seyahat önceliğimi vize istemeyen ülkelere veriyorum....

9 Ocak 2010 Cumartesi

Mazi Kalbinde bir yaradır, Lizbon

Nasıl İstanbul'da, zengin dedesi Osmanlı'nın tüm mirasını yiyip bitirdikten sonra, fakir ama gururlu bir mirasyedi hüznü varsa Lizbon'da da, dünyaya hükmettikleri o ihtişamlı kaşifler çağından sonra, Avrupa Birliğine girmeden önce sokaklarında eşekle gezilen, masum bir melankoli var ...


Herkesin aklı, kalbi mazide, her yerde bir kaşif hikayesi, giden denizcilerin ardından yakılan acıklı Fadolar ve dünyanın her yerinden kalma değil zorla getirilme "iz"ler ...

Ve bence yıllar yılı onbinlerce insanı, öldüren, köleleştiren, sömüren Portekizli erkeklere, ilahi adalet, dünyanın en çirkin kadınları herhalde Portekiz kadınları .....

Ama yine de birbinin aynı, Avrupa şehirlerine inat, çok büyük yangınlar geçirmiş olsa da İstanbul gibi, Lizbon'un, farklı bir dokusu, değişik bir havası var, özellikle de arka sokaklarının ...


sadece hüznü ve yangınları ile değil, arka sokakları, tepeleri, tramvayı, şehri ikiye bölüp, Atlas okyanusuna dökülen, Tejo nehri ve daha bir çok yanıyla İstanbul'a çok benzer Lizbon.
Tejo nehrinin epey bi kirli olması ama buna rağmen onlarca kişinin sörf, kano, kürek yapması hariç...


Ve tabi ki hafta sonları nehir kenarında aile saadeti, park, bahçe, çoluk, çocuk, köpek...


2002 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam gittiğimde 26 yaşındaydım...

Yanlızığın en çok acıttığı, pazar sabahlarından birinde, hem de şehrimden uzak...

Evlenmeye ve hatta oğluma, kızıma ve köpeğime vereceğim adlara karar verdiğim, kişisel tarihime, mutluluğun resmini gördüğüm şehir olarak, geçen Lizbon ....

Oğluma, Efe, Kızıma Zeynep, Köpeğime de Çirkin adını verecektim.
( Yıllar sonra Oğluma Efe ismini verdim gerçekten ama Kızımın Adı Ela, Köpeğimizin adı ise Zeytin oldu.... )


Kural 7 : Uzaklarda arama, mutluluğun formülü dünyanın her yerinde aynı :

Mutluluk = Sağlık x Huzur + Aile/Hoşgörü