26 Ocak 2015 Pazartesi

Erkek, erkeğe Amsterdam ...



Bir mucize oldu ve hanımlardan 5 erkek, Amsterdam’a gitme vizesi aldık. Aslında çok da anormal bir şey yok bunda yıl 2015 olmuş millet Mars’a gidiyor ama biz alışık olmadığımız için bünyede biraz şaşkınlık yarattı önce . Sonra Allahtan bu şaşkınlığı üzerimizden hemen attık da Amsterdam’da başımıza ters bir şey gelmedi maazallah, zira Amsterdam hiç sevmez şaşkın turisti…

Grupta 2 kişi 50’li yaşlarının başında, 1 kişi 40’lı yaşlarının başında 2 kişi de 30’lu yaşlarının sonlarında olunca herhangi bir frekans sorunu da yaşanmadı. Her ihtimale karşı hiç olmazsa birimizin Doktor olması da bilinçaltımızda bir huzur ve güven ortamı yarattı doğrusu. Hoş kendisi kadın doğumcuydu gerçi ama çok şükür müdahalesine ihtiyaç duyulacak bir durum da olmadı…

Ben Amsterdam’a 90 lı yıllardaki folklor seyahatlerimde 2 kez günü birlik gitmiş , hızlı bir red light turu atmış, çılgın kıyafetçilerden siyah bir bulldog tişörtü almıştım okadar. (tabi o zaman 16 yaşındayken,  bulldog cafe’nin ne olduğunu bilmiyorduk) Hiç Amsterdam kültürüm ve fikrim yoktu gitmeden önce biraz ders çalıştım, Yılbaşı arifesi, soğuk bir Aralık günü 5 kafadar attık kapağı Amsterdam'a…
 (şaka değil, uyuşturucu serbest sigara yasak! özellikle otellerde kesinlikle sigara içilen oda yok)

O soğukta üstü açık, Japon turist, otobüs turundaki, rehberin söylediği gibi yüz yıllardır, hoş görünün, demokrasinin, renklerin, özgülüğün beşiği olmuş, neredeyse herkese kucak açmış; bizim bildiğimiz “özellikleri” dışında çok zengin ve diğer klasik Avrupa başkentlerine göre çok farklı bir şehir Amsterdam. Meseleyi sadece fuhuş ve uyuşturucu serbestisine indirmek büyük haksızlık, “küçücük bir şehir, yürüyerek 1 günde biter”  demek de büyük yanlışlık olur.

Sokaklarını, meydanlarını, müzelerini, bit pazarını, tasarım mağazalarını, çok zengin kafe, bar ve restoranlarını doyasıya gezmek için en az 3 gün ayırmak mümkünse de bisiklet kiralamak şart. ( Yalnız o kadar çok bisiklet var ki inanılmaz çok sayıda bisiklet kazası oluyormuş, aman dikkat! )

Yağmurun azizliğinden, şehrin çok da altını üstüne getiremesek de keyifle gezdiğimizi, gruptaki yemek seçiciler yüzünden güzel yemek yiyemesek de çok güzel içtiğimizi, erkek erkeğe plansız, acelesiz, alışverişsiz sanki 19 yaşındaymış gibi fütursuz, çok güzel gezdiğimizi ve çok eğlendiğimizi söylemeliyim.  Özellikle bir adres sorduğumuz Türk taksicinin 17. Yüzyıldan kalma, taş bir katedrali gösterip, “şu siktiriboktan şeyin yanında sağa…” demesine hala gülüyoruz…


Bu arada bir hayal kırıklığımı da mutlaka belirtmeliyim, gece hayatı ile ünlü bu şehirde, gitmeden önce öğrendiğim popüler mekanların hiç biri, bizi damsız içeri almadı, tabi biz damsızları içeri alan pek popüler olmayan, Manchester Askerlik Şubesi gibi mekanlardan da biz pek keyif almadık. Ayrıca space cake ve magic mushroom denedik ama her nedense bizi  “siktiriboktan şey”den biraz daha fazla güldürdü ve mışıl mışıl uyuttu o kadar! yanlış bir şey mi yaptık acaba ya da bizim normal kafamız mı zaten güzel anlamadık ? 

Kural : ekibin güzel, kafan rahat olursa sana her yer cennet; canın sıkkın, kafan bozuk olursa her yer cehennem… Sen bakma onlara aslında “sağlam kafa, sağlam vücutta değil, sağlam vücut, sağlam kafada bulunur” kafan sağlam, keyfin yerinde olsun yeter başka bir şey arama. Unutma bir inanışa göre cennet de, cehennem de senin içinde ...  

21 Ocak 2015 Çarşamba

KENTSEL BÖLÜŞÜM, Bizim Sokağın Hikayesi...


Hemen giriş katında Saime Teyze otururdu, masal kahramanı gibi beyaz, kısa, kabarık saçları, tertemiz bir yüzü vardı. Rahmetli eşi Galip Amca da nur yüzlüydü, Ay dede derdik. Oyun yani gürültü patırtı alanımız hemen camlarının dibi olduğu halde, balkonun önündeki ağaçtan, olmamış şeftalilere “dalarken” dalları kırmamız dışında bizlere bir kez kızıp, bağırdığını hatırlamam. Zaten şeftaliler olunca da toplar, bütün apartmana özellikle de benim çok sevdiğimi bildiği için bize torpilli dağıtırdı Bir bahçeye kavuştuğum an ilk yaptığım iş 3 tane şeftali fidesi dikmek oldu ama hiç biri Saime Teyzenin ağacı gibi şeftali vermedi…

Bahçelievler’de geçti çocukluğum, muhtemelen 70’li yıllarda yapılmış apartmanların dışı pek bir biçimsizdi ama hepsinde mutlaka küçük de olsa bir bahçe bulunurdu. Bu küçük bahçeler arabalara değil, meyve ağaçlarına ve çocuklara ayrılırdı.

Saime teyzenin hemen yanında yaşlı çift, Zeynep Teyze ve Ahmet Amca otururdu, çok konuşmazlar ama hep gülümserlerdi, Zeynep teyzenin yeşil bir maşrapası vardı ve biz çok susayınca, maç yarım kalmasın diye eve çıkmaz Zeynep teyzeden su isterdik, o yeşil maşrapayı 6-7 kişi sırayla kafaya dikerdik. Şimdi o suyun bile daha lezzetli olduğunu hatırlıyorum. Tabi bir de somun ekmek,  taş fırınlarda pişerdi, şimdi ki gibi üç kağıt, katkı malzemeleri de olmadığı için, yemeye doyamazdık. Gerçekten lezzetliydi. Annem hala 3. Kata bağıra bağıra nasıl “ Anneeeee Ekmek Atsanaaa” diye seslendiğimi söyler durur… Annem evde yoksa Zeynep Teyze’den isterdik, çekinme sıkılma olmazdı…

Birinci katta Süryani aile Sami Amca eşi Janet ve kardeşi Juliet Teyze otururdu. Annemle, Juliet Teyze çok farklı kültürler olmalarına rağmen çok iyi anlaşırlardı. Juliet teyze hiç evlenmemişti. Janet teyzenin 3 çocuğu bir de annesi vardı yani 90 metre kare evde 4 yetişkin 3 çocuk mutlu, keyifli yaşıyorlardı. Ev yapımı paskalya çörekleri, Mardin’den getirdikleri mavi badem şekerleri, yumurta boyamaları bize çok ilginç gelirdi. Ben, Jüliet teyzenin paskalya çöreklerine bayılır, o mis kokuyu, o nefis lezzeti bugün hala çok net hatırlarım ve yıllardır aynı lezzeti çok aramama rağmen hiçbir yerde bulamam. 80’li yılların o hengamesinde bir çok kıymetli gayrimüslim gibi Sami Amcalar da ani bir kararla Türkiye’yi terk ettiler, Almanya’ya yerleştiler, Juliet Teyze, bize sürekli çikolata gönderirdi ve bugün bile hala Annemle telefonlaşırlar, özellikle de dini bayramları hiç kaçırmadan arar…

Sami amcaların hemen yanında Urfa’lı Vehbi Amcalar otururdu. Eşi Şükran teyzenin yaptığı muhteşem çiğ köfte, yumurtalı köfte ve kaşık kıymasının günü ve saati belli olmaz gece saat 12 de bile kapımız çalınır ortanca oğulları Serhan “babam gönderdi” diye 2-3 “sıkım küfte”  getirebilirdi. Vehbi Amcanın hacca konvoylar, bayraklar, davullarla uğurlanıp, dönüşte bize getirdiği taramalı tüfekleri hiç unutamam. O yoklukta apartmanın bütün çocuklarına birer tane, ışıklı sesli tüfek almıştı. Işık ve ses en iyi apartmanın içinde çıktığı için kafamıza terlik yiyene kadar oynardık apartmanda… O zamanlar bir büyük bize kızdığı ya da vurduğu zaman mahkemelik olunmaz  “ohh elleri yeşil olsun” denirdi, bizim de “psikolojimiz” hiç bozulmazdı… Vehbi Amca’nın acı sevmeyen küçük oğlu Sefa sürekli bize yemeğe gelir, ben de okuldan döndüğümde annemi evde bulamazsam Şükran teyzelere ya da Sabahat teyzelere giderdim, herkesin kapısı, herkesin sofrası birbirine açıktı.

Sabahat Teyze ve Şevki Amca Boşnak’tı bizim kapı komşumuzdu, Sabahat teyze uzun boylu, uzun sarı bukleli saçları olan ve müthiş börek yapan tipik bir göçmendi. Davul fırında ıspanaklı ve pırasalı börek yapar, (aynı lezzet bugünün “modern” fırınlarında olmuyormuş) yanında yoğurtla parmaklarımızı yerdik ki ben acayip iştahsız, sadece süt, elma ve ekmekle beslenen bir çocuktum. Küçük kızları Gülçin’in doğumunu dün gibi hatırlıyorum, bütün apartman toplanıp hastaneye gitmiştik, batı tarzı balonlu bir kutlamayı ilk kez orada görmüştüm herhalde ki o renkli balonlar nedense hala gözümün önündedir…

Aziz Amca ve Sevinç Teyze ilk komşumuzdu, Edirne’liydiler ve tüm aile bireyleri mavi gözlüydü, Ortanca oğulları Eşref benim; tek kızları Melek ablamın arkadaşıydı. Okula, pek de yakın olmayan bir mesafeyi hep birlikte kar, kış, karanlık demeden yürüyerek gider gelirdik. Karanlıkta el fenerleri ile yürüdüğümüzü hatırlıyorum, ne trafik kazası olurdu, ne hırsızlık ne de çocuk kaçırma. Pazartesi günleri Pazar kurulurdu, o günlerde bu yürüyüşler daha keyifli olurdu. Pazar maceralarımız ayrı birer hikayedir zaten. Benim pazarda bir kez su satma denemem olmuştu o da başarısızlıkla sonuçlanmıştı, ılık suyumu, yazın ortasında küçük bir çocuk dışında kimseye satamamıştım… (O zamandan belliymiş esnaf zihniyetli olamayacağım!) Ben çok çelimsiz olduğum için Eşref beni hep döverdi ta ki babam beni Judo kursuna gönderip, antrenmanları izlemeye Eşrefi getirene kadar. Çalışma esnasında Judo hocasını numaradan üstümden attığımı gören Eşref bir daha dokunamamıştı bana.

Atik Amca hemşerimizdi, Elazığlıydı, bizim bu mahalleye gelmemize vesile olan kişiydi. TEK’te çalışır, sürekli kesilen elektrikler Atik Amca’ya tüm mahallelinin takılmasına harika bir bahane olurdu. Ayrıca babam da Atik Amca gibi elektrikçi olduğu için, Dallas’ın yayınlanacağı günler, sürekli çatıda birlerinin antenlerini ayarlardı. Kimin televizyonu göstermez; ya da yeni yeni alışılan çamaşır, bulaşık makineleri bozulsa, herkes Babamdan ya da Atik Amca’dan yardım isterdi. Zavallı babam çok çekmiştir milletin anteninden ama bir tek komşusuna “of” dememiştir.  Kısa boylu tıknaz Atik Amca, aynı Levent Kırca’ya benzerdi, çok şakacı, çok konuşkan biriydi; kızları Nevra’yı sokağa salmayınca Nevra, camdan dışarı “Fatih Beni Kurtar” diye bağırırdı…

Hele bir de kar yağmaya görsün, bütün mahalle, çocuk, genç, yaşlı, herkes sokağa atardı kendisini, o Meşhur 87 karında İstanbul İstanbul olalı böyle kar topu savaşı görmemiştir!

Babam işten geldiğinde ( ki en geç  7 de evde olurdu ) sokakta çocuklarla oyun, Saime Teyze’de kahve, Vehbi Amca’da çay, Sabahat Teyze’de börek derken eve ulaşması 1 saat sürerdi…

Sürekli maç yaparken birilerinin camını kırdığımız için bizi çok seven Camcımız, önce pastane sonra bakkalımız olan Şevki Abimiz, El arabasıyla leblebi tozu ve şekerleme satan, bedensel ve zihinsel engelli seyyar satıcımız Aşir Abi, sürekli leblebi kavurup, kokusuyla bizi cezbeden, elvan gazozu ve keçiboynuzu aldığımız kuruyemişçimiz, Saime Teyze’nin kızı Belgin Abla ile evli, olduğu için bizden kaparo almadan video kaset kiralayan Mustafa Abi, neredeyse her apartmandan bir takımın çıktığı mahalle maçlarımız, bize hem futbolun hem de hayatın inceliklerini öğreten Hasan, Bahadır, Sedat, Tolga, Teoman abilerimiz vardı…  

Geçen gün Vehbi Amca’nın büyük oğlu Sedat Abi bir fotoğraf gönderdi, içim cız etti, bizim bu apartmanımız da Kentsel Dönüşüm kapsamına alınmış, yıkımına başlanmış. Yerine güvenlikli, otoparklı “modern” bir apartman yapılacakmış.

Ben kendimden biliyorum, yeni modern sitelerde güvenlik oluyor ama komşuluk olmuyor, sosyal tesis oluyor ama muhabbet olmuyor, kapalı spor salonları oluyor ama mahalle takımları olmuyor, binaların dışı biçimli oluyor ama içi boş oluyor… Bilirim değişime, dönüşüme karşı konulmaz ama keşke herkes de bilse ki sadece “modern” inşaatlar yapmakla da mutlu olunmaz. Dönüşürken, bölünürsek, Kocaman salonlarımız, zengin sofralarımız olur, misafirimiz olmaz; 5 emniyetli çelik kapılarımız olur, kapımızı çalan olmaz; akıllı telefonlarımız olur, halimizi soran olmaz, çocuklarımızın tabletleri, bilgisayarları, envai çeşit oyuncakları olur, arkadaşı olmaz; psikologlarımız olur, dert ortaklarımız olmaz; en fiyakalı fırından, en pahalı paskalya çöreklerini alırız ama tadı tuzu olmaz ….